Featured model: Charlize Theron
Konferanslar
Web Sitemize Hoşgeldiniz...
    Reklamlar Sağ
      
      Mehmet DİKİCİ

      Mehmet Dikici – Batı ve Türk-İslam Aleminde Bilim ve Din Adamlarının Bilime ve Hayata Katkıları

                                                                       Bilen ve öğrenenler müstesna, gerisi kaba sürü.Hadis-i Şerif

      1. Giriş

      Diyanet İşleri Başkanı Prof. Mehmet Görmez, “Müslümanların en büyük sorunu, dinle hayat arasında, akılla vahiy arasında doğru ilişkiyi kuramamak.” diyor.

      Anlaşılan o ki, Müslümanların doğru ilişki kuramamaları sadece bu kavramlarla sınırlı değildir. Uzun zamandır Müslümanlar çoğu konu ve kavramlar arasında doğru ilişki kurmakta zorlanmakta, daha doğrusu çoğu böyle bir kaygı taşımamaktadır. İşte bu sebeptendir ki; üstün meziyetlerine rağmen Türkler ve genel olarak İslâm âlemi bugün bilimde ve teknikte istenilen seviyede değildir.Hatta çok kötü durumdadır. İslâm Âlemi kaynaklarının bolluğuna rağmen, yokluk içinde kıvranıyor, bu alandaki beklentilere cevap veremiyor.

      Bunun sebeplerini bulmak için, bu mesele üzerinde düşünüp sağlıklı bir değerlendirme yapmak gerekiyor. İnsan Müslüman olunca hatalı durumu kolay kabullenemiyor. Hele bir Müslüman Türk için Büyük Güçlerin iğneleyici sözlerine muhatap olup, itip kaktığı bir millet olmak hiç hoş değil!

      İslâm âlemi ne zaman hurafelere yönelmiş, akıl ve bilim dışı davranışlar göstermeye başlamışsa gerilemiş, Batılı Hıristiyan devletler tarafından parmaklarında oynatılan kuklalara dönüşmüştür.Kavramları iyi anlayıp doğru yorumlayamadığımız sürece, çıkış yolunu bulamadığımız için kaybetmeye mahkûmuz.

      Oysaki Allah insanı, yeryüzünde kendisine halife kılmıştır. Bu kadar önem verilen ve eşrefi mahlûkat olarak nitelendirilen insanın sorumluluklarının şuurunda olması, yararlı işlere damgasını vurması, akıl ve idrak sahibi olması gerekirdi. Yüce Yaratan Kur’an’da bu yönde uyarılarda bulunmaktadır.

      Gerçi Türkler geçmişte çoğu zaman bu sorumlulukları hakkıyla yerine getirmişlerdir. Tarihlerinde anılan çok sayıda olay bunun delilidir. Ancak bu konuda süreklilik sağlandığı söylenemez.

      İnsanlık yararına olan işleri yapmak, millet olmak, devletler kurup yaşatmak büyük emek ister; sürekli çalışarak alın teri dökmeyi gerektirir. Bunları düşünüp inanç ve ideale dönüştürecek, millete öncülük edecek lider, iman ve inanç önderleri idealistlere ihtiyaç vardır.

      Özellikle Türk toplumunda insanların sıkıntıyı sevmediğini, işin kolayına kaçmayı marifet saydığını biliyoruz. Bazı insanlar sorumluluklarının bilincinde olarak davalarını sahiplenip bunu görev addederek insanlığın ortak değerlerine ve ideallerine sarılmaktansa kaçmayı, gözden ırakta durmayı menfaatlerine daha uygun bulmaktadırlar.

      Din adamlarımız, insanların bu zaaflarını tespit etmiş olmalılar ki; bazıları günlük söylemlerini buna göre oluşturuyorlar. İşin kolayına kaçıp onlara uyuyor, gerçeği değil de muhataplarının istediklerini veriyorlar. Ne acıdır ki, bu uygulama bizim toplumuzun doğal davranışı hâline geldi. Halkın ne istediğini bilmek, ona göre davranmak… Onun isteğini verip susturmak; böylece kendi istediğini elde etmek!..

      İşte bu sebepledir ki; Müslümanlar bilimde, teknolojide, ekonomi ve askerî varlıkta, sosyal adalette, iş güvenliğinde, sevgi ve saygıda, velhasıl insanî her konuda sefaletin dibini boylamış durumdadır.

      Oysaki sahabe okuyor, anlıyor ve gereğini yapıyordu.Bunlar acı gerçekler ama kimse aldırmıyor. Özellikle de çağ açan, çağ kapatan Fatih Sultan Mehmet Han’dan sonra uygulama aşağı yukarı böyledir. Onun içindir ki, bir türlü kendimize gelip toparlanamıyoruz. Çünkü kolaycılık felsefe hâline getirilmiş, benimsetilmiştir. Arada gördüğümüz haklı çırpınışlar sonuca götürmekten çok uzaktır. Batı ile aramızdaki gelişmişlik farkı ortadan kalktığı gibi tam tersine dönmüştür. Türkler gerilerken, Batı hızla ilerlemiş, bu ara hızla açılmıştır. Daha da önemlisi onların kötü alışkanlıkları bizde de edinilmeye başlamıştır.Dinimiz İslâmiyette olmamasına rağmen ruhban sınıfı doğmuş, toplum üzerinde etkili olmaya başlamıştır.

      1018 yılından itibaren heyecanlı bir göç dalgası ile Türkler gelip Anadolu yaylasına yayıldı. Kısa süre sonra Anadolu’nun taşı toprağı Türklerle doldu. Fetih heyecanı uzun süreli oldu. Bu heyecanın verdiği güçle Avrupa içlerine kadar gidip hükmümüzü geçirebildik. Bu arada kurulan imparatorluk geniş bir coğrafyada teşkilatlanma fırsatını yakaladı. Bu geniş coğrafyada hâkimiyeti tamdı. Göçler düzenli şekilde yürütülmüş, düzgün bir iskân siyaseti problemsiz halledilmişti. İmparatorluk seviyesine ulaşan devlette gerekli bütün kurumlar oluşturulmuş ve düzenli çalışır hâle getirilmiş, mükemmel işleyişi sağlanmıştı. Bilimde ve teknikte ilerlemeler kaydedilmiş, başarılar teşvik görmüştü. Bu şevk Türklerin 16. yüzyıla güçlü bir şekilde girişini sağladıysa da, çıkışı aynı şekilde olamadı. Artık düzenli işleyen teşkilatlar yerine bozulan toprak düzeni ve gün geçtikçe yozlaşan bir idare vardı. İmparatorluğun bu kadar büyük ve hantallaşmış bir gövdeyi taşıyamaz hâle gelmesi uzun sürmedi.

      Oysaki Fatih devrinde işte tam da bu sıralarda Batı rehavetten kurtulup kendisini toparlamak için sağlıklı adımları atmaya başlamıştı. Siyasî, sosyal, kültürel bir hamleyle Rönesans ve Reform hareketleriyle dikkat çektiğinde, artık karşımızda dinamik bir Avrupa vardı ve bütün gücüyle Türklerin karşısına dikilmişti.

      Fatih’ten sonra Türkler, her alanda toparlanıp güçlenen, dik duran bir Avrupa ile boğuşmak zorunda kaldı. Ruhunu yitiren Türkler Batı karşısında yetersiz kalmış, maddî ve moral olarak güç kaybetmeye başlamıştı. Bilim ve teknikte ara her geçen gün biraz daha açılmış, toparlanma mümkün olamamıştı. Devlet bilimi kenara itince, herşey iyiden iyiye bozulmuş, işler şansa kalmıştı. Geçmişte elde edilmiş güçle işler bir süre daha yürümüş, nispeten bir ilerleme görülmüşse de, bu aslında çok daha ileri seviyeye ulaşan Batı karşısında anlamsız bir yürüyüşten ibaret kalmıştır. Yakın çevresinde cereyan eden olaylara yetişemez hâle gelmiş bir Osmanlı artık hızla güç kaybetmekteydi. Bütün bunlar olup biterken, doğal olarak devlet işleyişi hantallaşmıştı. Bu davranışlar ısrarla sürdürülünce kendini toparlayamayan devlet olaylara seyirci kaldı; Batı’nın kurduğu oyunlarla baş edemez hâle geldi.

      İslâm âlemi, dünya nüfusunun oldukça büyük bir bölümünü oluşturmakta, sahip olduğu toprakların genişliği yanında verimliliği ile de göz kamaştırmaktadır. Zengin enerji kaynakları bu coğrafyadır; ancak nedense birleşip büyüyememenin sıkıntılarını yaşıyor. Herkesin akıllı geçinip, ben demelerinden olacak ki, herkes bir tarafa çekiyor. Dağınıklığın yarattığı perişanlık sürüp gidiyor. Bu zayıf yanlar güçlendirilemiyor. Batı bu zayıf yanı keşfetmiş, bundan faydalanıp İslâm âlemini parmaklarında oynatıyor; onları kendi içlerinde çatıştırıyor, öyle kalmasını sağlıyor.

      İnsanlığın ulaştığı uygarlık seviyesi dikkate alındığında, Müslümanlar çok gerilerde seyrediyor. İslâm’ın ruhuna aykırı olan bu davranışların ısrarla sürdürüldüğünü görüyoruz. Vahşet, artık İslâm denildiğinde hatırlanan ilk kelime oluyor. Batı, İslâm’ın böyle hatırlanması için elinden gelen gayreti gösteriyor.İslâm dünyası fitne, fesatla meşgul olarak Batı’ının işini kolaylaştırıyor.

      Aklı yerinde olan bir insan Yüce Yaratan’ın her şeyi kurala bağladığını görür. Yaratılmış hiçbir nesnede kuralsızlığa rastlamazsınız. O kadar ki, matematik kesinliktedir. Yaratılan canlı cansız ne varsa işleyişleri kurala bağlıdır. Maddenin en küçük parçası dediğimiz atomun, canlıların en küçük parçası olarak bildiğimiz hücrenin her hareketi kurala tabidir.

      Müslümanlar bu gerçeği görmezler. Oysaki Batı’da sistem kurulmuş, sağlıklı işliyor. Onlarda dağınıklığı ve şaşkınlığı göremiyoruz. Kurallar konulmuş, ona uyuluyor. Kurumlar işliyor; insanlar düzenli, disiplinli çalışıp görevlerini hakkıyla yerine getiriyorlar.

      1. Bilimden Uzaklaşmanın Acı Sonuçları

      Bilim ve teknikte ve özellikle uygarlıkta ilerleyen ülkelerde çeşitli sebeplerle duraklama hatta gerileme söz konusu olabilmektedir.

      İlk Çağlarda Doğu’da gelişmekte olan bilim, teknik ve uygarlık, bir dönem bu özelliğini Orta Doğu ve Mısır’a devretmişti. Uzun bir süre sonra Doğu’da ve özellikle de Orta Doğu ve Mısır’da gelişen uygarlık birden gerilemeye başladı. Bilimin, tekniğin ve uygarlığın gerilemeye başladığı M.Ö. 8. yüzyılda Anadolu’nun batısında Ege kıyılarında Homeros ve Hesiodos gibi büyük şairlerle birlikte bir canlanma başlamıştı. Tarihçilere göre sürdürülen Yunan Dönemi yani M.Ö. 8. yüzyıldan Büyük İskender’in ölümüne kadar geçen bu dönem (M.Ö. 323) Hellenik Çağ’dır. Romalıların Ptolemoioise Krallığı’na son verdikleri M.Ö. 30 yılına kadar geçen dönem ise Hellenistik Çağ olarak adlandırılır ve tarihte uygarlık açısından önemli bir dönemi ifade eder. Ancak bir süre sonra Yunan uygarlığındaki ilerleme durur.

      Batı uygarlığını bu hâle getiren ve ilerlemenin durmasına sebep olan olay Doğu Roma İmparatoru Justinian’ın hatalı bir karar alarak kütüphaneyi kapattığı tarihe rastlar. Bu hâle gelinceye kadar cereyan eden önemli hadiseler vardır:

      Greklerin bir gezginde rastlanan özellikleri, yani çeşitli kültür ve geleneklerle ilgili görgü kazanmış olmaları, onlara gördüklerini aynen almak yerine, bunların içinden değerli olanı seçme ve onu uygulama olanağı sağlamıştı.1

      Sokrat öncesi Grek filozofları, Tanrıları doğadan uzaklaştırmaya meyilli idiler; onlar gök cisimlerine katı ve maddesel nesneler olarak bakıyor, bunların güçlü ve kişilikli varlıklar olduğu gibi bir düşünce beslemiyorlardı. Bunu tamamlayacak şekilde, İbranilerden Amos, Perslerden Zerdüşt ve Hintlilerden Buda, yaklaşık eşzamanlı olarak, kendi tanrılarını doğadan uzaklaştırmışlardı. Bu dinsel reformcular, tanrıların Tunç Çağı uygarlıklarındaki yağmur yağdırma ve iyi ürün sağlama görevleri gibi rollerini en aza indirerek, tanrıların öncelikle insanın ruhsal ve manevî gereksinimleri ile ilgili olduğuna işaret ettiler.2

      Aristoteles (M.Ö. 372-287), Platon’un Akademisine karşılık, Lyceum’u kurmuş, kendisinden sonra yerine M.S. 322’de Theophrastus, geçmişti.3

      Theophrastus’tan sonra M.Ö. 287-269 arasında Lyceum’un müdürü Lampsacuslu Strato idi ve Strato gözlemden deneye geçti. Strato’dan sonraki Atina’dan geriye bilimsel değeri olan çok az eser kaldı. Grek biliminin ana merkezleri, sonradan başka yerlere özellikle İskenderiye’ye kaydı. Atom teorisi, Atina’da Sisamlı Epicurus (M.Ö. 342-270) tarafından canlandırılmışsa da kendisi bunu özellikle din için savaşmak için kullanmıştır.4

      Büyük İskender’in fetihlerinden sonra, Grek biliminin ağırlık merkezi Atina’dan İskenderiye’ye kaydı. Stoikler ve Epikürcüler’de gördüğümüz gibi, Atinalılar ya artık batıl inançlara veya çıkarcılığa meyletmekteydiler. Seferlerinde İskender, yanına mühendis, coğrafya ve ölçme uzmanları almıştı. Bunlarla ele geçirilen ülkelerin haritaları çıkarıldı, doğal kaynakları belirlendi, buralarda doğa tarihi ve coğrafyası bakımından yapılan gözlemlere ait geniş kayıtlar toplandı. İskender orduları tarafından toplanan bu bilgiler, Aristoteles’in yaşam süresinde Grek biliminin spekülatiften ampirik döneme geçişi için, bir aracı ve belki de bir teşvik unsuru olmuştur. Sonradan, Fransız biliminde de Napolyon’un fetihleri dolayısıyla teoriden pratiğe doğru benzer bir yöneliş olduğu gözlenecektir.

      Grekler Mezopotamya’yı ele geçirince, Babil astronomi ve matematiğinin inceliklerini öğrenmişlerdi.5

      Büyük İskender’in M.Ö. 323’te ölümü üzerine, kurduğu imparatorluk parçalandı. Mısır’a generallerinden ve kendisi gibi Aristoteles’in öğrencilerinden biri olan Ptolemy el koydu. Ptolemy, daha sonra Lyceum’un başına geçecek olan Strato’yu oğluna özel öğretmen olarak atadı. Lyceum modeline göre çalışan fakat ondan çok daha geniş bir araştırma ve öğretim kurumu olan İskenderiye Müzesi’ni kurdu. Müzede maaşları devlet tarafından ödenen yüz kadar profesör görevlendirilmişti. Burada yarım milyon ruloya sahip bir kütüphane, hayvanat ve bitki bahçeleri, bir astronomi gözlemevi ve teşrih odaları bulunmaktaydı.6

      Bütün bunlar olurken Batı uygarlığını çöküşe götüren olay cereyan etti; Doğu Roma İmparatoru Justinian hatalı bir karar aldı. Antik Çağ’ın Atina’daki büyük öğrenim merkezleri Academy ve Lyceum 529’da Bizans İmparatoru Justinian tarafından kapatılıp İskenderiye Müzesi yıkıldı. Bunların etkisiyle Avrupa’daki bilimsel etkinlikler tamamıyla durdu.Batı Orta Çağ karanlığına gömüldü. Yeni Çağ’da benzer durumu Türkler yaşayacak; o dönemde bilim adamlarının ya boynu ya da sesi kesilecektir.

      3.Türk-İslâm Âleminde Bilimde Parlak Dönem Yaşanmıştı

      Batı daha dün ilkel toplum seviyesinde ve karanlıklar içindeyken, Türk- İslâm âlemi bilimin ve tekniğin aydınlığında çok ilerilerdeydi. Batı, bilimi Türk-İslâm âleminin yetiştirdiği âlimlerden öğrenmeye başlamıştı. Bu tespiti yapan Sevim Tekeli: Doğu’nun çok kıymetli astronomik hazinelere sahip olduğunu, Batı’nın ancak Thyco Brahe ile onların üç yüz sene önceki seviyelerine ulaşabildiklerini, söylüyor. Roger Graudy’nin tespiti de benzerdir: Avrupa yarı barbar bir dönem yaşarken, Müslümanlığı kabul eden ülkeler ilmî gelişmelerle aydınlanıyordu. Bu arada astronomi de çok özel bir yoldan ilerliyordu. Astronomiyle herkes ilgileniyordu. Hem matematikçiler, hem seyyahlar, hem din adamları ve hem de sıradan insanlar… Her yerde rasathane yükseliyordu.7 diyor.

      Gerçekten de İslâm âleminde bilim gelişmişti ve bilim adamları saygı görüyordu. Kimyevi maddelerin sınıflandırılmasını yapan Cabir, nitrik asidi keşfetmişti. Holmayard bunu kimya bilimine yapılan faydalı bir katkı olarak değerlendirir. Kimyayı şuurlu bir şekilde tıbbın hizmetine Ebubekir Razi sunarken, Batı’da Paracelsus(1493–1541)’da görülmeye başlandı. Müslümanların kendisine Kimyanın Hipokrat’ı dedikleri Cabir, Batı’da dikkat çekmiş, ismi Geber şeklinde Latinceleştirilmişti. Modern kimyanın kurucuları arasında, Lavoisiser’den 700 sene önce İslâm kimyacısı Ebu’l–Kasım el–Kaşi, bu metodu ilk defa kimyevi bileşiklerin analizinde kullanmış, kimyevi bileşiklerde ve kimyevi maddelerin elde edilişinde bileşiğe giren maddelerin kütle birim ve ağırlıklarının önemli olduğunu Ayn es–San’h ve Avnü’s–San’ah adlı eserinde ortaya koymuştu. Cabir’in toprak ve cam kapların ve günümüzde etüv olarak bilinen fırınların yapılışı ile ilgili birçok malzemenin tarif ve yapılışını yazdığı Fırınlar kitabı oldukça meşhurdu. Teraziler konusunda Razi Su Terazisi, Birunî Birruni Terazisi, Harizmi Nizamü’l–Hikme adlarında hassas teraziler geliştirmişlerdi.8

      İbni Sina’nın madenler hakkındaki eseri13. yüzyıla kadar Avrupa’da jeolojinin başlıca kaynağı olmuş, özellikle Kitabü’ş–Şifa Alfred ve Saresel tarafından çevrildikten sonra Batı’da temel kitap olarak okunmuş, 13. yüzyılın meşhur ansiklopedicilerinden Vincent de Beuvais ve Albertus Magnus, İbni Sina’nın eserlerini temel kaynak olarak kabul etmişti.9

      Sıvıların özgül ağırlıklarını hesaplayan, çekim ve düşme ile alakalı deneyler yapan Kindi, Einstein’e mal edilen Rölativite Teorisi’ni bin yıl önce ortaya koyan bilgindi.10

      Macellan’dan önce Biruni, Hint Okyanusu ile Atlas Okyanusu’nun birleştiği yerde ve Afrika’nın güney ucunda böyle bir burun olduğunu (Ümit Burnu) bildirmiştir. Ebu Cafer el–Horasani el–Hazin 10. yüzyılda, kuzey ve güney kutuplarının varlığını bildirmişti. Buharlı otomatik sistemler James Watt’tan 790 yıl kadar önceleri, 1206’da ilk defa Ebul İzz tarafından gerçekleştirilmişti. Çubuk usturlabı denilen usturlabı Et–Tusi icat etmişti. Pascal’a izafe edilen Binom formülleri Ömer Hayyam’a aitti.11

      Rüzgâr gücü, İskenderiye’de Arşimet’in elde ettiği su gücünden daha yenidir. Bazı eski belgelere göre, Avrupa’da yel değirmeni ilk kez Normandiya’da işlemiştir (1105). Yel değirmenine 1408’de hâlâ turquoisdenildiğine bakılırsa, bu icadın Türklerin olması gerekir.12

      İlk kâğıt fabrikasının 794’te Bağdat’ta Harun Reşid’in vezirinin oğlu İbni Fazıl (739–805) kurduğunu biliyoruz. Bunu 800’de Mısır, 950’de de Endülüs takip etti.13

      Cahız’ın (776–869) o kadar çok kitabı vardı ki, odasının dört bir yanını kaplamıştı. 10. yüzyılda yaşayan vezir el–Muhallebi (öl. 973) ölürken 117 bin ciltlik bir koleksiyon bırakıp, öyle gitmişti.14 Uluğ Bey’in adı en büyük kitap koleksiyoncuları arasında sayılmaktaydı.15

      İbni Türk (?–847) cebrin temelini atan bilginlerdendi. İbnü’n–Nedim’e göre: Hesaplama uzmanı, İbnü’l–Kıfti’ye göre ise, Aritmetikte bilgili, öncü ve adı matematikçilerin dilinden düşmeyen bir hesaplama uzmanıolan İbni Türk, Harizmi ile birlikte cebirin babası unvanını paylaşmıştı. Kitabü’n–Cami isimli eseri meşhurdu. Bunu Kitabü’n–Nevadir’i takip eder. Bu eserlerinde İbni Türk aritmetik, sayılar teorisi ve pratik hesap üzerinde durmaktadır. Ebu İshak el–Fezari’nin oğlu İbrahim bin Habib el–Fezari ise (?–?806) babasını geçmeyi başarmış, Farukhan et–Taberi, Ali bin Usturlabi, Abdülmelik el–Merverrudi, İbni İshak, İbni Küsuf, el–Mervezi, en–Nehavendi bu yüzyılın önemli astronom ve matematikçileri arasında yer almıştır. Fakat bunlardan hiçbiri Harizmi’nin (780–850) derecesine ulaşamadı. Bursalı Mehmed Tahir ondan Ulum–u riyaziyede bahusus cebirde yed–i tula ashabındandı, diye söz eder. Hitti’ye göre: Üstün bir teorik zekâya sahipti. G. Cardano onu dünyanın en büyük 12 dâhisi arasında sayar. A. Adıvar ise İslâm Ansiklopedisi’nde ondan, Doğu ve Batı matematik semalarında uzun müddet şimşek gibi çakan meşhur bir matematikçi, diye söz eder. Will Durant’a göre: Orta Çağ’ın en büyük matematik bilginidir. Prof. Risler ise: Bugün hâlâ matematikçilerin en büyüğü olmaya devam ettiğini, söyler.16

      Sabit bin Kurra (826–901), Will Durant’a göre İslâm dünyasının en büyük bilginiydi. Sigrid Hunke’ye göre o, matematiğin Öklid’iydi. J. Rusko ise onu matematik ve felsefede yaşadığı yüzyılın en mümtaz simalarından biri olarak görür. Seyyid Hüseyin en–Nasr’a göre Müslüman matematikçilerin önde gelenlerinden biridir, matematik ve Astronomide kendini çok iyi yetiştirmiştir. Düzlem ve Küresel trigonometrinin icadını Battani, Ebu’l–Vefa ile birlikte yapmışlardı.17

      Battani (858–929)bazı bilginlerce en büyük astronom ve matematikçi olarak görülür. Trigonometriyi ıslah etmiş, ilk kotanjant tablolarını düzenlemiştir. Jacques Risler: Yeni trigonometrinin gerçek mucidi, Avrupalıların Albetegnius dedikleri Ebu Abdullah el–Battani’dir, demektedir.18

      Trigonometri İslâm medeniyetinde Türkler tarafından ortaya konuldu. Bu hususta İbni Türk el Ceyli, el–Harezmî, Ebu’l–Mahmud el Hocendi ve Ebu’l Vefa, vs. eserleri birbirini tamamladı. Mahani ve Ebu Cafer el–Hazin de Arşimet problemi üzerinde çalıştılar.19

      Ömer Hayyam, Fransız matematikçisi Pierre Fermat’a (1601–1663) atfedilen Fermat teoremi’nin özel bir çözümü olan x³+y³=z³ denkleminin tam sayılarla çözülemeyeceğini ondan tam 550 sene önce göstermişti. Koyduğu esaslar Orta Çağ matematikçilerince esas olarak kabul edilmişti.Hamid Dilgan şunları söyler: Bugün Pascal’a ya da Tartaglia’ya atfedilen aritmetik üçgen ve Newton’a izafe edilen binom formülü, Hayyam’ın eseridir.

      İbni Heysem, optik fizikte, temel kabul edilen bilgileri ilk defa keşfetmişti. Optik fiziğin ilk kurucusuydu.20Oysaki kimya, Fransız kimyacısı Lavoisiser (1743–1795) ile başlatılır.21

      Endülüs Arapları bir kaç asır yüksek medeniyetlerinin verdiği gevşeme hâline düşerek İspanyolların istilâsına uğradıkça ilimlerini Hıristiyanlara naklediyorlardı. Müslüman medreselerine gelen papaz ve layık Hıristiyanlar oradan aldıkları ilimleri memleketlerine götürüyorlardı. İbni Rüşd Müslüman Doğu’dan fazla Hıristiyan Batı’da tesir etmiş, orada doğan Averroisme (İbni Rüştcülük) felsefe cereyanı papaların takip ve tekfirlerine rağmen kilisenin baskısını ve skolâstik’ini sarsmakta birinci derecede rol oynamıştır. 13. yüzyılda ilim ve felsefesini Arapça eserleri okuyarak kuran meşhur Roger Bacon, eski Yunanı ve Aristo’yu anlamak için Arapçayı ve İslâm eserlerini öğrenmeyi, tabiat ilimlerine nüfuz edebilmek için de fizik ve heyet âletleri ile çalışmayı tavsiye ediyor; bunu ileri sürüyor ve böylece devrinin en ileri görüşünü temsil ediyordu.22

      İslâm felsefesinin başlatıcısı olarak Kindî’den daha sonra gelmesine rağmen, Fârâbî Eflatun’a dayanarak ya şerh biçiminde ya da kendine ait tezlerle siyaset konusunda eser veren ilk Müslüman düşünürdür. Onun bir öncüden daha ötede bir önem taşıması, daha sonraki yazarların kendisini muallim-i sani diye adlandırmasından anlaşılabilir. Müslüman felsefecileri, özellikle de İspanya’da İbn Bâcce ve İbn Rüşd’ü, Doğu’da İbn Sînâ’yı derinden etkiledi. Yunan Helen felsefesinin bütün dallarıyla İslâm’a entegre edilmesinde yol gösterdi ve otoriter bir başlangıç yaptı.23

      Kindî Fârâbî, Birûnî, İbn Sînâ ve Gazâlî’nin fikir emekleriyle, Batı için karanlık olan Orta Çağ, İslâm dünyası için Altın Çağ’a dönüşmüştü. Değişim ve dönüşüm, Müslüman coğrafyasıyla sınırlı kalmamış, bunun artçı dalgaları, Batı için Rönesans ve Reform dönemini başlatmıştı.Faziletli devlet ve devlet adamları üzerine fikir yürüten âlimlerimizden biri ve en önemlisi şüphesiz Fârâbî’dir. Muhammet bin Turhan bin Uzluğ bin Turhan et-Türkî el-Fârâbî’nin künyesi Ebu Nasr’dır. Fârâbî (870-950), Türkistan’ın Fârâb şehrinde doğdu. Aslen Türk olup, babası, Vesîc ordusunda kumandandı. Batı felsefe âleminde Alfârabius adı ile bilinir.

      Fârâbî, İslâm disiplini içinde yetişmiş Türk düşünürlerinin en büyüğüdür. Montesquieu, Spinoza gibi Batılı filozoflar, Fârâbî’nin eserlerinin tesirinde kaldılar.Fârâbî, bilgilerin kaynağı olarak üç esas kabul eder: Buna göre vasıtasız ve zorunlu bilgi duyular ve akıldan doğar. Vasıtalı ve akıl yürütmeye dayanan bilgi de nazar yolu ile elde edilir. Bir de vasıtası açık ve seçik bilgiyi kavrama vasıtası olarak sezgiyi öne sürer. İki türlü sezgi vardır. Bize dış âlemi ve eşyayı tanıtan, duyulara ve akla ait sezgi. İkincisi nazara yani eşyanın prensiplerini kavramaya yardım eden matematik ve metafizikte kullandığımız sezgidir.

      Aristoteles’e Birinci Öğretici dendiği gibi, Orta Çağ İslâm âleminde, felsefenin hakiki kurcusu ve yaygınlaştırıcısı olan Fârâbî’ye de İkinci Öğretici deniyordu. Fârâbî’ye göre mantığın en önemli tarafı, zihni bilinenlerden bilinmeyene götüren ispattır.Metafiziği kozmoloji ve psikoloji ile birleştirdiği gibi, tabiat ilmini de metafizik ve psikoloji görüşü ile birleştirir.Fârâbî, ahlâk felsefesinde de kelamcıların aksine aklın bir fiilin hayır veya şer olduğuna hükmetmeye muktedir olduğunu kabul eder.

      İbn Rüşd’e göre hakikatte felsefenin görevi/işlevi, var olanlara bakmak ve varlıkların Yaratıcı’ya delaletinden başka bir şey değildir. İbn Rüşd’ün ifadesiyle felsefe (hikmet), dinin arkadaşı ve sütkardeşidir. Tabiatları yönüyle kardeş, özleri (cevherleri) itibariyle dost oldukları hâlde, bir kısım donanımsız ve yetersiz kişiler, din ile felsefe arasında bir düşmanlık, çatışma ve nefret olduğunu zannetmektedirler.24

      1. Batı AydınlanmaDoğu Gerileme Dönemine Girer

      Türk-İslam âlemi bilimin zirvesindeyken, o sırada Batı’da bilime karşı en uzun ve en şiddetli savaşı veren Hıristiyan kilisesi idi. Hoşgörüsüzlük, önyargı, kuşku ve batıl inanç akademik öğrenimi olanaksız kılmıştı. Bağımsız düşünceye yönelik her girişimi kuşkuyla karşılayan kilise, kendi öğretileriyle tam bir uyum içinde olmayan her türlü öğrenimi şiddetle bastırmıştı. O sıralarda bütün toplumsal düzen, kilisenin koyduğu belli kurallara harfiyen uyuyordu. İbadet ayinlerinden, yemeye içmeye kadar; evlilikten sekse kadar, her şey için bir kural vardı. Bu kurallar kilise dogmalarının tam ve sorgusuz kabulüne dayanıyordu.25

      O sıralarda İslâm âleminde ilim dili Arapça idi. Batılılar Rönesans’ı Arapça eserlere borçludurlar. 12. yüzyılda, Başpiskopos Raimunda’nın, değişik din ve ırktan bilginleri bir araya getirerek İspanya’da Toledo mütercimler okulunu kurduğunu ve başta tıp, astronomi olmak üzere matematik, geometri, astroloji, felsefe vb. alanlarda birçok eserin Latinceye tercüme edilmesini sağladığını yine Batılı kaynaklar yazıyor.

      Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd geleneğimiz 12. yüzyıldan sonra kapandı. Düşünme yeteneği kaybolan toplumların aydınlatma kaynakları kuruduğu için önlerini görmeleri zorlaşıyor.Nitekim öyle de oldu.Doğu’da Türk-İslâm âleminde aydınlatma kaynakları kururken, Batı’da yeşerdi.

      Türkler karanlığa giriş için hazırlanırken, aynı tarihlerde Batı’da yeni bir zihniyet değişikliği oluyordu. Batı artık uyanmaya, karanlıktan kurtulup toparlanmaya başlamıştı. Eski hatalarından yavaş yavaş arınıyordu. Batı, kısa süren arınma döneminden sonra hızla ilerledi, gelişip güçlendi. Aramızdaki mesafeyi açtıkça açtı. Yanımızdan hızla geçip gitti. Bununla ilgili çok sayıda sebep sıralanabilir, mazeretler üretilebilir. Ama ortada üstü örtülüp de gizlenemeyen bir gerçek vardır. O da Batı her yanı ve yönüyle bilime sarılmakta, bu yolla güçlenmekteydi. Artık bununla da yetinmez hâle gelmiş, İslâm âlemini aşağılayıp, ezmeye başlamıştı ve Türklerdeki sürekli güç kaybı dikkatleri çekiyordu.

      Batı, aşağı yukarı 9-10 yüz yıl kadar süren bir kilise denetimli Orta Çağ dönemi yaşamıştı. Uyanmalarını önde filozoflar, ardından bilim adamları sağladı. Dağınık İtalya’yı bir araya getirecek fikri Machiavelli ortaya attı. Kiliseye ayrı bir yer biçti. İngiltere’de Hobbes’un sesi yükseldi, kudretli bir devlet önerdi. Fransa’da Bodin aynı şeyi yaptı. Jhon Lock’un Adam Simith’in sesi yükseldi. Liberalizm ve bağlı olarak Kapitalizm, eş zamanlı olarak demokrasi yeniden doğdu. Fransa’da J. J. Rousseau, Almanya’da Hegel ve Kant, cumhuriyete, millî iradeye, kuvvetler ayrılığına giden yolu döşediler. Batı, 1789 Fransız İhtilalı’yla hürriyet, adalet, eşitlik diyen cumhuriyete dönüştü. Sonra insan hakları, eşitlik ve hürriyet fikri tam 18. yüzyıldan başlayarak 20. yüzyılın ortalarına kadar sürdü. Aydınlanma Çağı dediler ve Batı bugünkü uygarlığını yarattı.

      Meşakkatli yolda, özverili çalışma, ısrarlı takip gerekmişti. Çünkü Eski Çağ’ın ilk dönemlerindeki doğru bilgi arayışı, Orta Çağ’da yerini doğru davranış arayışına bırakmıştı. Böylece bilimsel faaliyetler azalmış, bilimin değeri ve önemi kalmamıştı. Orta Çağ’da din, felsefe ve bilim alanındaki düşünceler, kutsal kitaplar ve otoriteler tarafından yönlendiriliyordu. 9. ve 12. yüzyıllar arasında yüksek eğitim ve öğretim katedral okullarında, papazlar tarafından yapılıyordu. Ama artık zihniyet değişikliğinin gerekli olduğuna inanan din adamları yetişmeye başlamıştı.

      Batı’da Orta Çağ düşüncesi, dinî öğretilere dayanan dinsel bakışın ön plânda olduğu bir düşünce yapısını ifade etmekteydi. Kökleri Helenistik döneme ve Roma dönemi felsefelerine dayanıyordu.Hıristiyanlığın ortaya çıkışıyla birlikte din-bilim çatışması başlamış, Yunan ve Roma Dönemlerindeki bilimsel çalışmalar kesintiye uğramıştı. Augustinus, Albertus Magnus, Thomas Aquinus gibi Hıristiyan düşünürlerinin amacı Yunan bilgi birikimi ile Kitab-ı Mukaddes’teki bilgi birikimini uzlaştırmaktı.

      Albertus Magnus (1207-1280) Dominiken tarikatine girmiş, Aristoteles’i, Fârâbi, İbn Sinâ, İbn Rüşd ve İbn Tufeyl gibi Müslüman Filozofların Aristoteles felsefesine ilişkin yorumlarını öğrenmişti. Bunlara dayanarak yeni yorumlar getirmiş, felsefe sorunlarını akılla çözmeye çalışmış, Thomas Aquinas’ı etkilemişti.

      Thomas Aquinas (1225-1274) Katolik Kilisesi’nin resmî öğretisini kurmuş; kutsal olan ve kutsal olmayan bilgilere akılcı bir temel aramıştır. Summa Contra Gentiles (Kâfirlere Karşı) adlı eserinde, Müslüman düşünürlerden İbn Rüşd gibi, bilginin inanç ve akıl gibi iki kaynağı olduğundan söz etmiş; böylece Skolâstik düşüncenin temellerini atmıştı.

      Önceleri bütün sosyal yaşam sıkı sıkıya kilise prensiplerine bağlı iken, dinde eski mistik katı düşünceler yumuşamaya başlamıştı.

      Böylece Batı’da işler yavaş yavaş değişmeye başladı. İngiliz papazı ve âlimi olan Roger Bacon (1210–1294) Arapça eserlerin tercümesini okuyarak matematiğe, fiziğe ve bilhassa ışık bahsine çok önem vererek kendini yetiştirmişti. Hatta bu yüzden Bacon Müslüman oldu, diye sürgün edildi. Başka bir rivayette Bacon, deneysiz, matematiksiz tabiat felsefesine erişmenin kabil olmadığını söylemiştir. Bunun için Yunancanın, bilhassa Arapçanın lazım olduğunu açıkça söylemesi üzerine Oxfordluların hiddetini çekmiş ve hatta sokaklarda yapılan gösterilerde Bacon Müslüman oldu diye bağırmışlardır. 16. yüzyılda Avrupa’da İslâm düşmanlığı o kadar şiddetlendi ki, bütün Müslüman âlimlere olduğu gibi, İbni Sina aleyhtarlığı başladı. Bu aleyhtarlığa, meşhur Avrupalı âlimlerden Vesale (1564–1614) gibi âlimler katıldığı gibi, İmparator Şarlken ve papa 7. Kleman da katılmıştı. Fakat buna rağmen, Müslüman âlimlere muhtaç oldular ve İbni Sina’nın Kanun’unu yeniden tercüme ederek bastılar.26

      Dokularla organların incelenmesi gövdenin incelenmesinden daha sonra gelişti. Kan dolaşımını bulgulayan Harvey (1578–1657) ile de bilimsel bir nitelik kazandı.27

      Piza’lı Leonardo’nun İslâm matematik sanatını Avrupa’ya getirmesinden bir buçuk yüzyıl önce Kartacalı Kostantin, Afrika’daki İslâm Tıp Bilgisi’ni kuvvetli bir cereyan hâlinde Salerno nehrinin yatağına, bu suretle de Batı’nın kanallarına akıtmıştı. Papa 7. Gregor unvanını alan Papaz Hildelbrand’ın dünyaya gözlerini açtığı 1020’de Kostantin de Kartaca’da doğar. İster Hıristiyan veya Müslüman, isterse hür veya köle olsun, sonradan hür olarak Hıristiyanlığı kabul eden Kostantin’in asıl adını bilmiyoruz. O da Leonardo gibi Yakın Doğu ticaretinin bir düğüm noktasında büyür.28

      Artık dini eğitim alan Batılı âlimler türemeye başlamıştır. Kendi alanlarında olgunlaşır, eserler vermeye başlarlar.

      Johannes Kepler (1571-1630) teoloji eğitimi almış, çağdaş astronominin kurucusudur.

      Rene Descartes (1596-1650) Fransa’da Fleche’deki Cizvit okulunda skolâstik felsefe eğitimi almıştır. Descartes, bilginin açık ilkelerden mantıksal akıl yürütme ile çıkarılabileceğini düşünmekteydi.

      Kopernik’in düşünüşüne göre güneş özekte durağan olmak üzere, dünya ve gezegenler onun çevresinde dairesel yörüngelerde dönmekteydiler.29

      Fizik ile ilgili eseri De Motu adı ile 1604’te ve astronomi ile ilgili eseri Siderus Nuncius adı ile 1610’da yayımlanmıştır. Galile, Kopernik sistemini savunmak için yazdığı Dialogo della Nuove Scienze ve bu sistemi kabul etmeyen Grassi adlı Cizvit papazına yazdığı 2 Saggiatore (Altın Terazi) adlı risalesi meşhurdur.30

      Fiziğin babası diye anılan Galileo, aynı zamanda, güneş–merkezli sistem için sürdürdüğü mücadele ile düşünce özgürlüğüne öncülük etmiştir.31

      1514’te Polonyalı papaz Nicholas Copericus (Kopernik) tarafından daha basit bir model öne sürüldü (Copericus, modelini ilk başta, kiliseden kâfir damgası yememek için isimsiz olarak yaydı). Copernicus’un düşünüşüne göre güneş özekte durağan olmak üzere, dünya ve gezegenler onun çevresinde dairesel yörüngelerde dönmekteydiler. Copernicus’un modeli Ptolemy’nin göksel kürelerini ve onlarla birlikte evrenin doğal sınırları düşüncesini yıktı.32

      Protestan bir vaizin oğlu olan Nietzsche’nin Baur’u keşfetmesi şaşırtıcı değildir. Alman üniversitelerinde, özellikle de Göttingen ve Halle’de teoloji ile felsefe arasındaki yakın kurumsal ilişkiden etkilenen Kutsal Kitap yorum bilgisi, 18. yüzyılın ilerleyen dönemlerinde kutsal metinlerin yorumlanması için metin eleştirisi yöntemlerini benimsemeye başladığında, Protestan düşüncesi içinde tarihselciliğin yükselişinin önünü açtı.33

      1. Batı İlerlerken Türk-İslâm Âlemi Geriledi

      Antik Çağ’ın Atina’daki büyük öğrenim merkezleri Academy ve Lyceum 529’da Bizans İmparatoru Justinian tarafından kapatılıp İskenderiye Müzesi yıkıldığında, bunların etkisiyle Avrupa’daki bilimsel etkinlikler hemen hemen tamamıyla durmuş, Batı Orta Çağ karanlığına girmişti, demiştik. Gerçekten de Bizans İmparatoru Jüstinyan’ın 529’da okulları kapatması sebebiyle 6. yüzyılda Yunan-Latin kültürü çökmüş; aksine İslâm âlemi aydınlık bir döneme girmişti. Bu dönemde bilim alanındaki çalışmalara hız verilmiş, teşvik görmüştü. Bu tavır, İslâm medeniyetinde gelişmelere sebep olmuştu.

      Olaylara farklı açılardan bakabilmek için tasavvuf, felsefe ve sosyolojiye önem vermek, insanlık değerlerini doğru kavrayıp ona sahip çıkabilmek için gereklidir. Yunan ve Roma hâkimiyetlerinin sürdüğü dönemlerde ortaya çıkmış ve yaşanmış olan felsefi akımlar zamanla yok olmaya yüz tutmuştu. Bunları tekrar dünyaya kazandıransa Türk-İslâm âlimleri olmuştu. Bu dönemde çok sayıda bilimle meşgul olan bu sahada ter akıtan ilim adamları olmuştu. Yunan ve Roma’da söz konusu olan eserler 8. yüzyıldan sonra 12. yüzyıla kadar tercüme edilmiş ve İslâm âlemine kazandırılmıştı. 12. yüzyılda yaşayan Fahrettin Razi: Geometri öğrenmek Müslüman’a farzdır, derken, aradan asırlar geçtikten sonra işler değişiyordu. 17. yüzyılda yaşayan İmam Rabbani: Geometrinin ne dünya saadetine ne ebedi kurtuluşa faidesi yoktur, diyebiliyor, neredeyse geçmişin o parlak dönemini inkâra kalkışıyordu. Arık İslâm âleminde dönüş başlamıştı.

      Oysaki 8. ve 12 yüzyıllar arasında İslam ülkelerinde âlimler öylesine derin konuları tartışmışlardır ki; bugün bunların binde birini konuşsanız insanlar sizi rahatlıkla kâfirlikle suçlar. Bunun manası çok açıktır. Bilgi birikimi ve bu alandaki kültür bakımından o günlerden çok gerilere düştük. Doğru bilgiye ulaşmak zorlaştı, bilime ilgi azaldı, hurafeye ilgi arttı, cehaletin seviyesi yükseldi.

      İngilizler buhar makinesiyle meşgulken, Kopernik, Galile, Newton, Spnoza ile Aydınlanma/Akıl Çağı’nı başlatırken, Osmanlı matematik, astronomi ve felsefe gibi dersleri kaldırıyordu. (Günümüzde de benzer bir olay cereyan etmekte, Üniversitelerimizde öğrenci gelmiyor bahanesiyle fizik, kimya ve biyoloji eğitimi kaldırılmaktadır). Doğal olanı bırakıp, anormal uygulamalar yaparak, ilim sahasını siyasallaştırarak nemalanacakları bir ortamı hazırlama adına milletin geleceğini köreltiyorlardı. Geçmişin hatalı uygulamaları ve olumsuz sonuçlarından ders almayarak, tekrarında beis görmüyorlardı. Bunun cezasını gelecek nesillerin çekeceğini düşünmüyorlardı.

      Oysaki Türk-İslâm âlemindeki bilim adamları daha dün denilecek kadar yakın bir zaman önce bilimde Batı’ya önderlik ediyorlardı.Kendi toplarını üreten, füze tasarımları yapıp plânlarını çizerek büyük hamleler yapmakta olan Fatih Sultan Mehmet’in vefatı ile Türk milletinin kaderi de değişmiş oldu. Bir daha onun gibi birisi gelmedi. Yerine geçen 2. Beyazıt, onun hamlelerinin önüne duvar gibi dikilerek, bilim adına ne varsa durdurmayı başarmıştı. Türkler bir daha kendilerini toparlayarak bilimde ve teknikte ilerleme fırsatı bulamadılar. Aksine Batı, Rönesans ve Reform hareketleriyle Orta Çağ karanlığından kurtuluyordu. Biz durunca, yanımızdan gelip geçtiler ve hızla uzaklaştılar. Biz o noktada çakılıp kaldık. Ara iyice açıldı, gittikçe büyüdü. 2. Beyazıt zihniyetinden kurtulup, bir türlü kendimize gelemedik.

      Artık işler değişmeye başlamıştı. Çünkü Fatih sonrası Osmanlı’da büyük bir zihniyet değişikliği olmuştu. Artık bilim adamları dinlenmiyor, görüş ve düşünceleri dikkate alınmıyordu. Bir şey söylemeye kalkanların ya sesleri kesiliyordu ya da boyunları… İlim adamı Matematikçi Lütfi’nin 1494’te At Meydanı’nda boynunun vurulmasıyla ilk adım atılmıştı. Arkası da geldi. Bilime üst üste darbeler indirildi.

      Son olarak 1577’de İstanbul’da yapımına başlanan dünyanın en büyük ve gelişmiş rasathanesi 1580’de topa tutularak yerle bir edildi. Bu Batı’nın Orta Çağ boyunca tekrarladığı olayların benzeri idi.

      Batı’da 16. yüzyıla kadar bütün sosyal yaşam sıkı sıkıya kilise prensiplerine bağlı iken, dinde eski katı düşünceler yumuşamaya başlamıştı.

      Oysaki Batı’nın karanlığı yaşadığı dönemin eylemleri artık İslâm ülkelerinde yapılıyor, onların geçmişte yaptıkları hataları tekrarlanıyordu. İslâm âlemi ve onun lideri konumundaki Türkler artık Batı’nın geçmişteki konumuna düşmüştü. Savaşlar bile yıldızlara bakarak yönetiliyor, taktik, tertip hesaba katılmıyordu. Kuvvet faktörleri devre dışı bırakılmıştı. Batı’da kiliseler Üniversiteler kurmakla meşgulken, Müslümanlar içine kapanmış, hızla bilimden uzaklaşmıştı.

      Rasathanenin uğursuzluk getireceği, ilk rasathaneyi kuran ve astronomi ile uğraşan Uluğ Bey’in sonunun da felaketle bittiği, o tarihlerde dünyanın çok yakınından geçen kuyruklu yıldızın ve İstanbul’da baş gösteren veba salgınının bir uyarı olduğu ayrıca Taküyiddin ve rasathane personelinin meleklerin bacaklarını gözlediği yolundaki söylentiler kısa sürede rasathanenin sonunu getirdi.

      Rasathane hakkındaki son hüküm zamanın ünlü Şeyhülislamı Kadızade’den geldi. Şeyhülislâm Kadızadeliler’den Ahmet Şemsettin Efendi’nin Padişah 3. Murat’a: Rasattan uğursuz hükümler çıkarmaya ve göklerin esrar perdesini küstahça bilmeye ve bu işin tehlike ve sonuçlarına cürete niyet edilmiştir. Devlet binası mamur hâldeyken harap ve yıkık hâle getirmeye çalışılması hiçbir ülkede görülmedi, şeklindeki jurnali etkisini gösterdi. 22 Ocak 1580 gecesi Takiyüddin Efendi’nin Tophane’de bin bir emekle kurduğu ve astronomik çalışmalar yaptığı rasathane, içindeki aletleriyle birlikte topa tutularak yerle bir edildi.

      Belli ki, zamanın din adamları ve yöneticileri tarafından İslâm’ın bilim ve akıl dini olduğu çoktan unutulmuştu.

      Bazıları: Rasathane topa tutulmamış, yıkılmış, diyor. Bu neticeyi değiştirmiyor; bizi teselliye yetmiyor. Bilime darbe vurulduğu gerçeğini değiştirmiyor! Olayın kendisi büyük ve özellikle vurgulanmak istenmiş, topa tutulmadan söz edilerek, olaya dikkat çekilmiştir.

      Benzer örneklerin sayısı o kadar çoktur ki, insan hangisinden söz edeceğini bilemiyor. Benzer olaylardan biri de Hezarfen Ahmet çelebi yaşadı.

      Hezarfen Ahmet Çelebi, Leonardo da Vinci’nin kuşlar üzerinde yaptığı çalışmalardan ve 10. yüzyıl Türk âlimlerinden İsmail Cevheri’den ilham almış, Cevheri’nin bulgularını iyice incelemiş, 1632 yılında lodoslu bir havada Galata Kulesi’nden kuş kanatlarına benzer bir araç takıp kendini boşluğa bırakmış ve uçarak İstanbul Boğazı’nı geçerek Üsküdar’da Doğancılar’a inmiştir. Sarayburnu’ndaki Sinan Paşa köşkünden bu durumu seyreden Sultan IV. Murat, Ahmet Çelebi ile önce çok yakından ilgilenmiş, ancak bu derece bilgili ve becerikli birisinin tehlikeli olabileceğini düşünüp, “Bu adem pek havf edilecek bir ademdir, her ne murad ederse elinden gelür, böyle kimselerin bakaası caiz değil.” diyerek onu Cezayir’e sürgün etmiştir.

      Bütün mesele akıl ve mantığın devre dışı bırakıldığı, bunun asırlarca sürdüğü gerçeğinin orta yerde durduğudur. Bu akıl ve mantık dışı tavır, İmam Maturidi ve İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin ısrarlı uyarıları dikkate alınmadan, buna rağmen rağmen ısrarla sürdürülmüştür.

      Osmanlı’da eğitim, onu zirveye çıkaran bilimin o kadar uzağına düşmüştür ki; topların temizlenmesi için kullanılan fırçalar domuz kılından yapılmış diyerek, kullanmak istememiş, olaylar çıkarmışlardır. Bu durumu fark eden aydınlar da halktan kopuk olunca, onların da sözüne güvenilmemiş, işleri içinden çıkılamaz hâle getirmiş, onlar da bu önemli konuda meramlarını anlatmaktan mahrum kalmışlardır. Bu kanaat henüz açıklığa kavuşturularak değiştirilmiş, düzeltilmiş değildir. Millet ile aydın arasındaki bu ayrışma sürdüğü müddetçe milletin düşmanları bu durumu kullanmakta ve sürekli olarak istismar edeceklerdir. Bu durum değişmezse bundan yararlanacaklar, Türk milleti zarar görmeye devam edecektir.

      Bin yıldır gündemden düşmeyen Şark Meselesi ısrarla işleniyor, taze kalması sağlanıyor. Batı, her fırsatı değerlendirerek Türk düşmanlığı yapmaya devam ediyor. Onların etkisiyle sade Müslümanlar bile kendi aleyhine olacak eylemlerde bulunuyorlar. Kurumlar kolayca etki altına alınabiliyor.Medreselerin bilgisizliği, yetersizliği, duyarsızlığı, sorumsuz tavırları sebebiyle Batı’yla aramızdaki mesafe alabildiğine açılıyor.

      Bugün de akademisyenler baskı altında tutulmakta; geçmişin ağır hatalarından ders çıkarılmadığı gibi, benzerleri marifetmiş gibi tekrarlanmaktadır.

      Diyanetin karar vericilerinin Türk milleti ile ne alıp veremediği vardır bilinmez ama çok önemli bir iş yapmış, tefsirinden Türklüğü çıkarmışlardır. Anlaşılan Türk milletini tanımamışlardır. O’nun İslâm âlemi ve insanlık için önemini idrak edememiş intibaının verilmesine sebep olmuşlardır. Millet realitesini din kabul ettiği hâlde Türk düşmanlığının önüne geçmek üzere gayret göstermemişler; böyle anlaşılmasına göz yummuşlardır.

      Batı’nın Türkler aleyhine propagandası o kadar etkilidir ki; Macaristan’da Turan Kurultayı toplanıyor; dünyanın her tarafından Türkler kalkıp oraya gelip gösteriler yapıyorlar. Gazete ve televizyonlar bunu haber yapmıyorlar. Bereket versin ki, internet diye bir şey var…

      Dünyanın her tarafındaki dinî ve milli kurumlar ülkelerinin varlığı, birliği ve bekası için her zaman uyanık, her zaman diridir. Nedense Türkiye’de bu duyguyu gereği gibi hissedemiyoruz. Herkesin hakkını savunuyorlar ama Türklerin hakkını asla!.. Konu Türkler olunca ve hele de olay Türkler lehineyse görünmezliğe bürünüyorlar. Türkler aleyhine her şey söyleniyor. Türk düşmanları aleyhine bir şey söyleyemiyorlar. Korkutulmuşlar ya da beslenmişler.

      Geçmişin olayları bize gösteriyor ki, Batı’nın karanlık çağında Türk-İslâm âlemi bilimin aydınlığında yükselmeye devam ediyordu. Yeni Çağ’da süreç tersine döndü. Batı hızla ilerlerken, Türkler bilimde gerilemeye başladılar.

      Batı’nın Bizans İmparatoru Justinian’ın kararıyla Orta Çağ karanlığına girme sebebiyle, Türklerin karanlığa girmesinin sebebi birbirine benziyor. Oysaki Batı’nın karanlığa girdiği tarihlerde Türk-İslâm âlemi aydınlık bir çağa giriş için yılları saymaya başlamıştı.Şimdi tersi bir durum yaşanıyordu. Türkler karanlığa girerken Batı aydınlanma Çağı’na doğru hızla yol almaya başlamıştı. Osmanlı Türkiye’sinde cereyan eden Bizans’takine benzer hadiseler, Türklerin bilim alanındaki yürüyüşünü durdurdu; kurumların gelişmesini ve ilerlemesini olumsuz yönde etkiledi. Batı ile aramızdaki uçurum süratle açıldı. Ne kadar gayret edilse de bir daha kapatılamadı.

      1. yüzyıla gelindiğinde İslâm ülkelerinde işler tersine dönmeye başladı. İslâm’ın aydınlığında alınan yolda tıkanmalar olmaya başladı. Bir süre sonra da İslâm âleminde bilim tamamen çöktü.

      İslâm medeniyetine en parlak dönemini yaşatan El Kindi, İbn-i Sina, Farabi, İbn-i Rüşd gibi dehalar dikkate alınmaz oldu. Bu dehaları yetiştiren İslâm medeniyeti, onlardan yararlanamadı.

      Doğu’da çöküntü sürerken Batı Aydınlanma dönemine götürecek yolda kararlı adımlarla yürüyor, Türk-İslâm âlimlerinin ortaya koyduğu eserlerden faydalanmayı biliyorlardı. Batı, kendisini tutan bağları koparıp atmış; büyük mücadeleler vererek onlardan kurtulmayı bilmişti. Sözü edilen İslâm âlimlerinin fikirlerinden hareket ederek ve onlardan öğrendiklerinden yararlanarak bilim devrimini yapmayı başardılar.

      İbn-i Rüşd, İslâm ülkelerinde dikkate alınmaz, eserlerinden faydalanma düşünülmezken, Latince çevirileri Batı’yı aydınlattı. O sırada İslâm ülkelerinde ilim alanında söz sahibi olan bilim adamlarının başları kesiliyordu.

      Türk-İslâm âleminin Batı karşısında güçsüz kalıp, küçülmeye başlaması, sonra da gerilemesinin sebebi çok açıktı. Aslında başlangıcı 13. yüzyıla gidip dayanıyordu. Çünkü 13. yüzyıl başında İslâm âlimlerinin aydınlattığı Medeniyet çökmüştü. İbn-i Sina, İbn-i Rüşd ve Farabi, dogmatizme önderlik eden Eş’ari-Gazali düşüncesine yenilmişti. İşte o andan itibaren her şey tersine dönmeye başladı.

      Bu arada Batı, aradaki büyük açığı bilimsel çalışmalara hız vererek kapattı. Kısa sürede yükselmeye başladı. Bilimsel çalışmaları neredeyse tamamen terk eden İslâm âlemi doğal olarak gerilemeye başladı. Bu olumsuz gidiş kimsenin umurunda olmamış, dur diyen birileri çıkmamıştı. Yanlışa dur denmesi gerekirken, bilim alanındaki çalışmalar tamamen durduruldu. Sonuç malum: Batı, bilimde, teknikte doğal olarak medeniyette hızla gelişti, yükseldi, aldı başını gitti. Türk-İslâm âlemi ilimle bağlarını kopardı. Cehaletin karanlık kuyusu içinde sürünmeye başladı. Batı’ya yetişip, onlara ayak uydurmak zorlaşmış, neredeyse imkânsız hâle gelmişti.

      Ciddî anlamda bilimsel çalışmalar yaparak, Batı’ya yetişmek için gayret sarf etmesi gerekenler, işin kolayına kaçtılar. Batı’nın gücünü kabullenip, onlara tabi ve teslim oldular. Sömürgeleşmeyi uygun gördüler. Bu zihniyet sahiplerinin şerrinden ülke bir türlü kurtulamadı.Batı; buldu, üretti, İslâm ülkelerine sattı, zenginleşti. Bu tavrıyla kazançlı çıktı. Bizimkiler de onlara dua ettiler.

      Türk-İslâm âlemindeki bu gerileme durdu, toparlanma başladı. Yeniden kendimize gelmeye başladık diyecektik ki; Batı durumu fark etti. Bu hamlenin aleyhlerine olacağını anladı. Karar mercilerini etkileyip kontrolü altına aldı. Başlanan bilimsel çalışmalar tekrar durdu.

      Bu durum karşısında bizde, doğal olarak söylenenle yapılanlar arasında tezat teşkil eden durumlar ortaya çıkmaya başladı. Yapılan her şey çok açık bir şekilde, bırakınız ilmi, tekniği, doğrudan İslâm’a aykırı şeylerdi. Ama milletten hiç ses çıkmıyordu.

      İslâm ülkesinde her ne hikmetse kilise açılmaya başlandı. Sayıları hızla arttı, artmaya devam ediyor. Aksine camiler yıkıldı. Artık bunlar da ülkede hoş karşılanıyordu. Hemen her alanda hoşgörüsüzlüğümüz tavan yaparken, hatta ayyuka çıkarken, bu konulardaki hoşgörünün sahibi biz olmuştuk. Daha doğrusu duyarsızlık tavan yaptı. Gene bu kapsamda domuz eti ve zinaya serbestlik geldi. Zina suç olmaktan çıktı. Bunun için kanun bile çıkartıldı, hukuki düzenleme yapıldı. Ayetlerle alay edildi. Kur’an’da: Allah indinde din ancak İslâm’dır, hükmü varken, diğer dinler ön plâna çıkarıldı. Dinler Arası Diyalog çalışmaları başlatıldı. Allah’ın sıfatları parti liderlerine yakıştırılmaya başlandı. Ordu etkisizleştirildi. İsteyen istediği zaman sınırlarımızdan girip çıkabiliyor, hesap sorulmuyor. Yolgeçen hanına döndürüldü. Terörist başı, baş tacı edildi. Ondan izinsiz iş yapılamaz oldu.

      Artık güç şehvetine kapılanlar sınır tanımaz olmuşlardı. Akıl ve izan kalmamış, haksızlığa karşı yükselmesi gereken sesler tamamen kısılmıştı. Buna cesaret eden birileri çıkmamıştı. Söylenenlerde mantık aranmaz oldu. Dayatılan her şey sorgusuz sualsiz kabul ediliyordu.

      Ülkede olumsuzluklar bütün hızıyla bu yönde yol alırken ve ısrarla bu tavır sürdürülürken; bilime ve tekniğe yönelme, akılla, izanla hareket etmek kimsenin aklına gelmiyordu.

      1. Batılı Bilim Adamları Kilisede Yetişmiş Papazlardı

      Orta Çağ’da Türk-İslâm âleminde bilime olan ilgi zirvedeyken, Batı karanlıklar içerisindeydi. İstanbul’un fethinden sonra Çağ değişmiş, ilme olan ilgi her geçen gün biraz daha azalırken, aksine Batı’da daha da artmıştır. Türk-İslâm âlimlerince ortaya konan eserler Batı’ya aktarılmış, geliştirilmiş ve bilimsel kurallar konmuş, konanlar sistemleştirilmiştir.

      En önemlisi ve acı olanı da bizde din adamlarının olumsuz etkileri cemiyeti sararken, Batı’da bilime damgasını vuran âlimlerin çoğunun kiliselerde yetişmiş papazların olmasıdır. Bu sebeple geriye dönüp de Batı uygarlığını yaratan büyük insanlara baktığımızda büyük çoğunluğunun kiliselerde yetiştiğini görüyoruz.

      İslâm gibi yüce bir dinin getirdikleri yanında, çok gerilerde kalan Hıristiyanlığın akidelerini dünyaya yayma heyecanını asla yitirmeyen, bu uğurda gerektiğinde Haçlı Seferleri düzenleyen, bunu defalarca tekrarlamaktan usanmayan, yılmayan papazların azmini takdir etmemek mümkün değildir. Onlar bilimde, teknikte ve kültür alanındaki bütün gelişmelerin itici gücü olma özelliklerini sürekli hâle getirmekte bir an için bile tereddüt göstermemiş, heyecanlarını yitirmemişlerdir.

      Hıristiyan inancına sahip ülkelerin din adamları o ülkelerin sadece manevî mimarları olarak kalmıyorlardı. Onlar, aynı zamanda devletlerini güçlendiren büyük ve millî ideallerinin de ateşleyicileri konumunda ciddî görevler ifa ediyorlardı. Yunaistan’da Megalı İdea, Fransa’da Fransızca’nın resmî dil olmasının sağlanması, Rusya’da devletin gidişatına yön verilmesi, oradaki Türklerin Kiril alfabesine geçirilip Türk birliğini parçalayıcı ve bu birlikten uzaklaştırıcı adımların atılması gibi eylemler bunun en bariz örnekleridir.

      İslâm medeniyeti gücünü yitirirken, Batı uygarlığını yaratma görevini kilise papazları kendilerine iş edindiler. İslâm âlemi bilimde, teknikte ve medeniyetteki üstünlüğünü ve liderliğini böylece Batı’ya kaptırdı. Artık her alanda aktif roller üstlenenler onlardı. Böylece bilimde ilerlemeye öncülük ederken, Hıristiyan âleminin idarî, dinî, ilmî, ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmesine katkılar sağladılar. Kiliselerde yetişen çok sayıda bilim adamı Aydınlanma Çağı’na girişte önemli roller üstlendiler.

      Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru adlı eserinde: “Milletlerin uyanışında, millî kiliseler önderlik etmiştir. Latin âlemi Katolik kilisesi ile kültürünü Akdeniz kavimlerine yaydığı hâlde, Yunan ve Slav âlemleri Ortodoks kiliseleri sayesinde ona boyun eğmemişlerdi. Protestanlık, Cermen âleminin; Presbiteryen kilisesi İskandinavya kavimlerinin; Anglikan kilisesi, İngilizlerin millî varlığını Latin baskısından kurtaran ilk habercilerdi. Milletler veya imparatorluklar içinde devam eden eski etnik zümreler, cemaat teşkilatları ve küçük kiliseleriyle muhtarlıklarını temin ettiler. Fakat dinî devlet yerini laik devlete bıraktıkça, din işleri insanların vicdanına ait sırf derunî ve manevî bir iş hâline geldi.”34 diyor.

      Batı’da büyük devletlerin oluşması, güçlenip gelişmesinde önemli ve birinci derecede rol oynayanların Hıristiyan din adamları olması dikkat çekicidir.Batı’yı güçlendiren ve uygarlaştıranlar aynı zamanda bilimle uğraşan din adamlarıydı. Onların arasında sayısız buluşlara imza atanlar vardı. Bunlar, genellikle kilisede yetişen papazlardı. Thomas Bradwardine, George Berkeley, Nicholas Copericus (Kopernik) ve Mendel gibi çok sayıda papaz Batı’da bilime öncülük ettiler. Batı’da Aydınlanmanın önünü açtılar.

      Thomas Bradwardine (1290?–1394), İngiliz matematikçi, filozof ve tanrıbilimcidir. 3. Edward’ın papazıydı. Atomcu varsayımın skolâstik biçimine karşı çıkan bilimsel metinler yazdı. Bir devingenin hız değişimlerini inceleyerek hızlar, güçler ve dirençler arasındaki ilişkiyi matematiksel biçimde dile getirdi. Yazdığı geometri ve aritmetik kitapları yenilikler içerdi. Felsefesiyle Pelagiusçuların kuramlarını çürüttü.35

      George Berkeley, İngiliz Anglikan papazıdır. Malebranche, Descartes felsefesinden doğan düalist ve mekanist anlayışa karşı savaşırken, Anglikan papazı George Berkeley de Newton’dan sonra bilim çevresinde doğan Allah’ı tabiatın içinde arama temayülüne karşı mücadeleye girişti. Berkeley’e göre fizik tamamen tanıtıcı ve tarif edici bir karaktere sahiptir. Berkeley de mekanist dünya görüşünü kısmen kabul etmesine rağmen, asıl tesir sahibinin Allah olduğunu kabul etmiştir.36

      Nicolaus Copernicus (Kopernik, 1473-1543), Polonya’nın Torun kentinde dünyaya geldi. On yaşında iken babasını kaybedince; bir bilgin papaz olan amcasının koruyuculuğu altında büyüdü.37

      Kopernik, Polonyalı gökbilimcidir. Aldığı eğitim teolojiye yönelikti. Ancak, Copernicus’un ilgi alanı belli bir konuyla sınırlanamayacak kadar genişti.38

      Copernicus’un bir tür gizemcilik olan, teologların da paylaştığı bir felsefenin (Yeni-Platonculuk) etkisinde olduğu söylenebilir. Kilisenin resmî öğretisine ters düşen bir görüşü hoş karşılaması beklenemez. Ancak Bruno ve Galileo’ya gelinceye kadar Katolik kilisesi belirgin bir tepki göstermez.39

      Francis Bacon (1561-1626)’un içine doğduğu dünya, çelişkilerle dolu bir dönemden geçmekteydi. Bir yanda insanoğlunun yeni keşiflerle bilinmeyene açıldığı, bilgi arayışına girdiği; öte yanda büyü, fal türünden aldatıcı uygulamaların yaygınlık kazandığı, kilise buyruğuna ters düşünenlerin yakıldığı bir dönem!40

      Johannes Kepler (1571-1630) güney Almanya’da Weil kentinde dünyaya geldi. Öğrencilik yılları parlak geçti. Önce teolojiye yönelir. Resmî görevi astroloji almanakları hazırlamaktı. Soyluların yıldız falına bakarak geçimini sağlıyordu.41

      Sir Isaac Newton (1642-1727)’un üstün öğrenme yeteneği amcasının gözünden kaçmaz. Bir din adamı olan amcası aydın bir kişiydi. Amcasının sağladığı destekle yörenin seçkin okulu Grantham’a verilir.42

      Ivan Pavlov (1849-1936), bir köy papazının oğludur.43

      Johann Gregor Mendel (1822-1884) bir papaz ve din adamıdır. Mendel Moravialı bir köylünün çocuğu olarak dünyaya gelmiştir ve onun için bir tek yol vardı: Bir Katolik manastırına girmek. Avusturya’da botanik müzesi, bahçe bitkileri ve zengin kitaplığıyla ünlü Brünn Manastırı Mendel için ideal bir öğrenim merkezi idi. Mendel’in asıl özlemi ortaokulda öğretmen olmak, araştırmaları için daha elverişli ortam bulmaktı.44

      Yirmi beş yaşında papaz unvanını alan Mendel’in, Darwin ve Wallace gibi, meslek dışında kalan, bir ölçüde amatör sayılabilen bir araştırmacıdır. Mendel’i küçümseyen Nageli, Mendel’e araştırma sonuçlarını bu bitki üzerinde sınamayı önermiştir. Bugün bu bitkinin Mendel yasalarına uymayan nitelikler taşıdığı bilinmektedir.45

      1. Papaz Okulları Hayata Yön Veren Adamlar Yetiştirdi

      Batı sadece bilim ve teknik alanlarında ilerlemiyor, siyasî hayata yön veren insanlar yetiştiriyordu. İngiltere’de ortaya çıkan, Cizvit okulundan yetişerek yeni fikirleri Fransa’ya taşıyan Voltaire (1694-1778) olmuştur. Cizvit okulundan yetişen bu kişi, soylu bir şövalye ile kavga ettiği için İngiltere’ye sürülmüş, orada üç yıl kalarak yeni fikirlerle tanışmıştır. Ona göre eşitsizlik doğaldır; öyle ki, hiçbir şeyi olmayan bir sürü insanlar bulunmalıdırYoksulların hiçbirisi mutlu değildirler; çünkü öyle doğmuşlardır. Ona göre, ayaktakımı hiçbir zaman akıldan yararlanmayacaktır; çünkü bu sınıfın kendini aydınlatmaya ne vakti ne de yeteneği vardır. Bu gibileri, Aydınlanmış Monarşi yönetecektir. Voltaire, Türk düşmanlığıyla da nam salmıştır. Rus çarına yazdığı bir mektubunda, Türklerin Mora’dan kovulması dileklerini iletirken hızını alamaz ve şöyle der: Bu barbarlara karşı zaferle biten bir savaş yetmez, onları küçük düşürmek yetmez, onlara bir daha geri dönmemek üzere Asya’ya kovmak gerek. İmparator hazretleri Türkleri öldürerek bana hayat veriyor. Her zaman söyledim, eğer Türk imparatorluğu yıkılacaksa, bu sizin sayenizde olacaktır. Öte yandan, Fransa’da özgürlük ortamının tesisi için çaba gösteren Montesquieu, aynı özgürlükleri bütün insanlara lâyık görmüyordu: En bilge varlık olan Tanrının bir ruhu, özellikle de iyi bir ruhu kapkara bir bedene yerleştirmiş olabileceği düşüncesini hiç kimse kabul etmez, diyordu. Bilgi felsefesine şüpheci ve deneyci olarak yaklaşan İskoç düşünür, tarihçi ve iktisatçı David Hume (1711-1776): Siyah insanın aklı ancak Orangotan’ın aklı kadardır, diyordu.46

      Fransa’da çok sayıda dil konuşulurken, bu karmaşaya son verip Fransızcanın bugünkü seviyesine ulaşmasını sağlayan, onu zengin bir kültür dili hâline getiren adımları korkusuzca atan kişinin, aynı zamanda insan hakları savunucusu olan bir papaz olması çok ilginçtir.

      Papaz Abbe Gregoire Batılı bir Fransız aydınıdır. Hem de Fransız İhtilâlı döneminde yaşamış bir aydındır. Hem din ve hem de devletadamıdır. Hümanist ve insan hakları savunucusudur. Bu papaz, azınlıkların dinlerine ve Fransız kolonilerindeki kölelere karşı tolerans gösterilmesini istemiş ve köleliğin kaldırılmasında önemli bir rol oynamıştır.

      Batılı işin bu tarafıyla fazla ilgili değildir. Onun yaptığı daha başka ve önemli işler vardır. Fransızcanın yaygın olarak kullanılmasını temin etmek, işte onun asıl amacı budur. Bu amaçla yazdığı rapor ve meclisten çıkarmaya muvaffak olduğu kanun bunun delilidir.

      Siz, bizim ülkemizde böyle bir amaçla bir rapor hazırlayıp, kanunlaşmasını sağlayan aydınbir din adamının adını duydunuz mu?

      Abbe Geregoire’nin hazırlamış olduğu raporunda: Bugün Fransa’da yaşayan 28 milyon insanın en az altı milyonu hiç Fransızca bilmemekte, bir altı milyonu da Fransızca konuşmak ve anlamakta güçlük çekmektedir. Fransa’nın çeşitli bölgelerinde en az 30 değişik lisan ve lehçe kullanılmaktadır. Bu da millî birlik için çok zararlıdır. Dil birliği olmadan vatan birliği olmaz, demiş ve bu raporu meclise sunmuştur. 1794’te, Fransa’da Fransızcadan başka bir lisan konuşulması ve başka lisanlarda eğitim verilmesi yasaklanmıştır.

      Fransa, gelinen bu noktada isterse bu kararından vazgeçsin, bunun artık ülkesine bir zararı olmaz. Çünkü geçmişte yaşanan süreçte Fransa’da dil birliği sağlanmıştır. Vatan birliği de buna paralel olarak, söylendiği gibi kaçınılmaz olumlu bir sonuca ulaşmış, o da sağlanmıştır. Bunlar milletlerin kafasına ve gönlüne bir şuur olarak yerleşmiştir.

      Ortada ülkenin birlik ve bütünlüğünü bozacak tehlikeli bir durumun olması da söz konusu değildir. Çünkü daha o zaman çıkmasını sağladığı kanunla Fransa’da Fransızcadan başka bir lisan konuşulması ve başka dilde eğitim verilmesi yasaklanmıştır. Aslında Abbe Geregoire hümanist, insanların köle olmasına şiddetle karşı çıkan bir insandı. Ama iş millî birlik ve bütünlüğe geldiği zaman, Dil birliği olmadan, millî birlik olmaz!diyerek yasaklayıcı mahiyetteki kanunları bile çıkarmakta tereddüt etmemiştir. Batılı aydın davranışı budur. O hiçbir zaman ülkesi zararına bir adım atmaz. Her zaman sağduyulu davranır.

      Avrupa’nın batısından, Fransa’dan sonra vereceğimiz bir başka örnek ise doğusundan; Almanya’dan olacak. Luther, Hıristiyanlığın kutsal kitabını Almancaya çevirerek, anadili olan Almancanın, farklı lehçeler konuşan çeşitli Alman boylarının ortak dili olmasına ortam hazırlamıştı.47

      Avrupa’nın batısı Fransa ve onun doğusu Almanya’dan sonra bir başka örnek de bizim yanımızda, yakınımızda olduğu ve bizi çok yakından ilgilendirdiği için Rusya’yı verebilir ve orada cereyan eden olayların asıl kahramanlarından söz edebiliriz.

      Türk devletlerine bağlı ve hatta Kazan Hanlığı’na vergi veren Moskova Kinezliği’ni Rus Çarlığı’na, yani Rusya İmparatorluğu’na yükseltenler de Hıristiyan din adamları ve papazlardı. Devlet hayatının hemen her safhasında etkiliydiler. Rusya için, Rus milleti için en iyi, en doğru olan neyse onu düşünüyor, plânlıyor, uygulamaya geçiyorlardı. Rus devlet adamlarına yol gösteriyor, cesaretle adımlar atmaları için ellerinden geleni yapıyorlardı. Rusya’yı büyütecek, işin doğrusu onu yoktan var edecek imana, inanca, ideale sahip olmaları için gerekli olanı yapıyor, bu ruhu onlara veriyorlardı.

      Kazan Hanlığı’na karşı istilâcı siyasetinin temeli, Rus halkının dinî taassubunda gizleniyor, millî ve ırkî düşmanlığı körüklüyordu. Rusların en münevver zümresi olan ruhanilere Tatarların hâkimiyeti ağır geliyordu. Verdikleri vaizlerde bu konuya ağırlık veriyorlardı. Tatar düşmanlığını çok koyu renklerde kullanıyorlardı. Hâlbuki Hıristiyan ruhanileri Tatar hâkimiyeti devrinde Rusların başka zümrelerine göre hukukî ve maddî bakımdan daha kolay şartlar içinde yaşıyorlardı.

      Rus halkı kuvvetlenmeye başladıktan sonra ruhaniler, Tatarlara karşı intikam hissini uyandırarak, başka dindeki Müslüman Tatarlara karşı mücadele fikrini aşılıyorlardı. Rus tüccarlarına göre, karşısındaki bir Tatar tüccarı kendisi gibi ticaretle meşgul olan bir adamdır, Rus ruhanisi için ise bu Tatar, onunla hiçbir ortak iş yapılmayacak, bir pis Mecusi’dir. Bundan dolayı istilâ fikrinin ilk kez Rus ruhanilerinin başkanı olan metropolit Daniil tarafından ortaya atıldı. 1523’te Büyük Knezin bütün Kazan Hanlığı’nı ele geçireceğini belirtmesiyle, Rusya’nın istilâ siyasetinin temelleri atılmış oluyordu.

      Sonra da 3. İvan’ın siyasî mektebinin talebesi olan meşhur Makariy’in metropolitliği başlıyor. 4. İvan 1547’de Silvestr ismindeki bir papazın vasiliği altına alındı. Bu papaz daha altı sene (1547–1553) kuvvetini toplayamamış, kendi bilgilerini gösterememiş, fena huylarını inkişaf ettirememiş olan Korkunç İvan’ı gölgede bıraktı. Bu dönem ruhaniler saltanatı olarak nitelenir.

      1. İvan, 1550’de sefere çıktığında metropolit Makariy ile istişarede bulundu. Makariy, büyük papaz Sava Krutitskiy ve diğer papazlar, Viladimir’e kadar geldiler. Makariy, sözlerini tutmayan Kazanlılara karşı mukaddes devlet görevi yapacak Büyük Knezi takdis etti.

      1547’den beri Rusya’nın idaresini elinde tutan Makariy, zamanın mümtaz şahsiyetlerindendi. Yüksek kültürlü, zamanın edebiyatının derin âlimi, dinî muharrir olan bu zat yüksek kabiliyette devlet ve siyaset adamı idi. İlâhiyat, edebiyat ve siyaset alanlarındaki çalışmalarının hepsi, kültür hazinesine büyük katkılar yapmıştı. Bütün Rusya Hıristiyan papazlarının kongresinin toplanması ve Rus papazlarının Hıristiyan azizi olarak ilân edilmesi onun teşebbüsleriyle meydana gelmişti.

      Sistemli Ruslaştırma çabalarının başından beri başarısız seyretmesi, Ruslaştırma ideolojisinin yeni bir sürümünün ortaya çıkmasına yol açmıştı. Nikolay İvanoviç İlminsky (1822–1891) Kazan’da kurulan Kazan Kilise Akademisi’nde tahsil gören, Tatarca ve Arapçayı da öğrenmiş; Sibirya’da bulunmuş, Filistin ve Mısır’da da İslâmiyet üzerine tahsil yapmıştır. Türklerin Krill alfabesi kullanmaları yanında, dillerindeki Arapça ve Farsça kelimelerin Rusça kökenlilerle değiştirilmesi için çalışmalar yapmışlardır.48

      Bu amaçla Krill alfabesini uygulamaya sokuyor, onu geniş bir coğrafyaya yayarak Rus dilinin güçlenip güzelleşmesi için çareler arıyor, buluyor ve uyguluyorlardı. Düşündüklerini hayata geçirmek için zorluklardan yılmıyor, çaresizliği kabul etmiyorlardı. Kaldı ki, Krill de bir Hıristiyan din adamıydı.

      Ruslar öncelikle yeni bir Tatar aydını oluşturmayı hedefliyordu. Bunlar Ortodoksluğu kabul edecek; fakat kendi dillerinde okuyup yazacaktı. Rusça konuşmaları için üzerlerinde baskı uygulamasına son verilecekti. Yani, Ruslaşmış dinsiz tohumu ekmektense yerine Ortodoks gayrı Rus tohumu ekilecekti. Bu politika, doğrudan Ruslaştırma politikasına göre çok daha başarılı olmuştur. Bu çerçevede, 1865 ile 1900 yılları arasında 100 bin Tatar Hıristiyan oldu. Bu şekilde oluşturulan kilisede ayinler Tatarca olarak yapılıyordu.

      İlminsky’nin çarlık döneminde denediği yöntem, daha sonra, Bolşevikler döneminde tam destekle ve aynı amaçla uygulamaya konulmuştur. Bu politikanın özü, farklı Türk boylarını, aralarında derin farklar olan milletler hâline getirme projesidir. Bu projenin ne kadar başarılı olduğu, 90’lı yıllarda aradaki siyasî engeller kalktıktan sonra daha iyi anlaşılmıştır.49

      Nikolay Yakovleviç Danilevski (1822–1855) toplumbilimci ve aynı zamanda bir Panslavisttir. Türklere olan düşmanlığın sistemleştirilmesinde öncü rol oynayanların başında gelmektedir. Danilevski, Rusya’nın Kırım Savaşı’nda Türklere yenilmesi dolayısıyla, Avrupalıların Ruslar yanında yer almamasına, tam tersine Türkleri desteklemesine son derece kızgındır. Bunu şöyle açığa vurur: Avrupa Rusya’dan nefret etmekte ve onu kendisinin düşmanı olarak görmektedir. Avrupa’nın bu nefretinde akla yakın gelebilecek bilinçli hiçbir şey yoktur. Avrupa kültürü gerileme dönemine girmiştir. Slav kültürüyse henüz çiçeklenmektedir. Bu nedenle Avrupa, Rusya’yı kıskanır ve ondan nefret eder. Ona düşmanlık duymamazlık edemez. Danilevski’nin ortaya koyduğu tezler, baştan sona, Rusların gelecekte Avrupa’ya da kültür ihracına kalkışacağının işaretleriyle doludur.50

      Danilevski’nin ve Aksakof’un sanayileşmenin başlangıcı olan 1. Nikola devrinde Panslavizm’i bir ideoloji hâline getirmeleri ve nihayet koyu bir istibdat… 2. Aleksandr ve 3. Aleksandr devirleri bu fikir hengâmesinin ortasında Panslavizm’in en çok himaye gördüğü, güçlendiği ve mazlum milletler üzerindeki baskının alabildiğine arttığı zamanlardı. Bundan en çok zarar gören Türk unsurlardı.51

      Danilevski, Rusya’da Panislavizm’i savunurken ortaya koyduğu en önemli eserlerinden biri 1871’de yayınlanan Rusya ve Avrupa adlı eseridir. Bu eserde Çarlık Rusyası’nı incelemektedir. Ona göre: Avrupa ile Rusya’nın dost olması mümkün değildir. Tarihi yöneten bir tarih içgüdüsü vardır. Bu içgüdü de Rusya ile Avrupa’nın düşman olmasını gerektirmektedir. Avrupa medeniyeti cihanşümul bir medeniyet değildir. Greko-Romen (Yunan-Roma) meşeli olan Avrupa medeniyeti, aslında Avrupa’nın malı değildir. Bu medeniyet Akdeniz’de çıkmıştır. Yunan filozoflarından birçoğu Efes, Milet, İzmir çevresinden veya Akdeniz’den çıkmıştır. Danilevski’nin deyimiyle: “Belli bir tarih kültür tipinden bir uygarlığın temel ilkeleri, bir başka kültür tarih tipinin halklarına aktarılamaz… O zaman çirkin, melez bir kültürün etkisi altında kalıyor, şahsiyetini kaybediyor… Dünya medeniyet tarihinde bir çizgi üzerinde devamlı bir gelişme yoktur. Yani daha önce bir Mısır medeniyeti vardı. Ondan sonra Yunan, Roma, İslâm-Arap ve nihayet Batı medeniyeti var. Şimdi biz bu zaman sırasına bakıp, Batı medeniyetini önceki medeniyetlerden daha ileri olduğunu ileri süremeyiz. Hiç kimse Kant’ın Sokrat’tan akıllı olduğunu ileri süremez. Her medeniyet ve kültürün kendi içinde bir değeri vardır… Her medeniyet ve kültür tipinin, her tarih tipinin bir çiçeklenme devresi vardır ve bu çiçeklenmenin arkasından da çöküş devresi gelir. İşte Batı medeniyeti 17. asırda çöküş emareleri göstermeye başlamıştır… Avrupa kültür tarihi tipi ise, çiçeklenme döneminin sonundadır.” diyor. Aslında gerilemesi 17. yüzyılda başlamıştır. “Bir kere Avrupa medeniyetinde yaratıcılık zayıflamıştır ve şüpheci bir felsefe cereyanı hâsıl olmaya başlamıştır. Ondan sonra da Avrupa medeniyeti artık doymaz bir iştahla dünya egemenliği aramaktadır. Bunlar da Avrupa medeniyetinin zaaf içinde olduğunu ve çöküş emareleri gösterdiğine işaret etmektedir.” diyor. Ona göre Batı medeniyeti çöküş içerisindedir: “Avrupa’yı da kurtaracak ancak bir Slav medeniyetidir.”  Yani Rus medeniyetidir. Onun Rus medeniyeti dediği, Çarlık Rusyası’nın Hıristiyan değerleridir. Bunu şu sözlerle ifade ediyor: “Birleşmiş Avrupa ile ancak birleşmiş Slav’lık mücadele edebilir.”

      Günümüzde Putinizmin dayandığı üç temel; Rusya’nın Neo-emperyalizm yani yeni imparatorluk tutkusu, Rus Ortodoks kilisesi, yani toplumsal destek ve Avrasyacılıktan oluşmaktadır. Rus Ortodoks kilisesi geçmişte olduğu gibi etkin rolünü oynamaya devam etmektedir.

      Alman lise felsefe öğretmeni olan Spengler (1880-1936), 1917’de yazdığı Batı’nın Çöküşü adlı ünlü eseriyle Avrupa bunalım felsefeleri üzerinde büyük bir etki uyandırmıştır: “Dünya tarihi doğrusal bir gelişim içinde değildir.” Aslında bu sözleriyle Danilevski’yi doğrulamaktadır. Spengler de: “Bize şimdi Milat Sonrası 19. yüzyıl, Milat öncesi 19. yüzyıldan daha önemli gibi geliyor. Hâlbuki milat sonrası 19. yüzyılın daha büyük olduğunu iddia edemeyiz, bu bir yanılgıdır.” diyor. Nasıl ki bilimsel araştırma yapmayan bir astronomi âlimi, ay’ı, bize yakın diye Merih’ten daha büyük gösteriyorsa, işte kültür tarihi derinliğine incelenemezse milattan sonraki 19. yüzyıl bize daha yakın ya, o zaman biz onu daha büyük görüyoruz, diyor. Spengler diyor ki: Köylü tabiat insanıdır. Çok saf ve temizdir. Köylü kadını annedir. Çok enteresan bir şey. Köylü kadını annedir, ama artık büyük şehir kadını anne değildir. Bir Nana’dır.

      Spengler’in iddiasına göre: Yine fizik bilimi başlangıçtaki ruhsal yuvasına, yani dine dönecektir. Dünyanın geleceğini bu şekilde görmektedir. “Bıkkın ve hayal kırıklığına uğramış güvensiz ve belirsiz, yaratıcılıktan uzak ve yorgun olarak kitleler, canlandırılmış eski ya da yeni bir dinsellik biçiminde kurtuluş ve zihin huxuru aramaya başlarlar.” İngiliz tarihçi Arnold Toynbee (1889- ?), Yargılanan Uygarlık adlı eserinde: “Medeniyetler, uygarlıklar tekrarlanabilir.” Ona göre bir kültür yıkılmıştır, o kültür yıkılmıştır, diye bir daha tekrarlanamaz manası çıkarılamaz. Toynbee, uygarlıkların çöküşü üzerine üç sebep ileri sürmektedir. Medeniyetlerin çöküşünde ilk amil azınlıktaki yaratıcı gücün azalmasıdır. Medeniyet ve kültürü havas tabakası meydana getirir. İlim adamları, ilmiye sınıfı, şairi, romancısı, sanatkârıyla meydana gelir. Demek ki, birincisi; medeniyeti meydana getiren azınlıkta, yaratıcı gücün azalması ve buna paralele olarak çoğunlukta taklit gücünün azalması. Artık çoğunluk yaratılan değerleri taklit edemez. Bunların sonucunda üçüncü olarak da toplumdaki bütünlüğün, anlaşmanın kaybolması… İşte bu üç unsur sonunda bir medeniyet ve kültür çöküş alametleri göstermeye başlar. Üç unsuru ortaya koyduktan sonra şöyle diyor: “Batı toplumuna gelince uygarlık çökmenin ve parçalanmanın bütün belirtilerini ortaya koymuş görünmektedir.” Ona göre Hıristiyanlık insanlık tarihinin en son gayesi ve insanın yeryüzünde sahip olduğu en büyük iyiliği ve en yüksek ölçüsü olarak görülmektedir ve batan Batı Medeniyeti’ni kurtaracak olan tek çare Hıristiyanlıktır. Değil Batı’yı, bütün insanlığı kurtaracak tek çare Hıristiyanlıktır, demektedir.

      Batı’da herkes hangi düşünce ve inanca sahip olursa olsun, kendi ülkesi için çırpınmakta, fikir üretmektedir.

      Yunan ve Roma menşeli olan Batı Medeniyeti Roma, sonra Hıristiyanlıkla yeniden canlanma göstermiştir. Skolâstik Orta Çağ’da tamamen Hıristiyan değerleri ile beslenmiştir. Rönesans ve Reform hareketleriyle hümanizm başlıyor. Batı, Batı Medeniyeti kısmen de olsa Hıristiyan değer ve tesirlerinden kurtuluyor. Ölmekte olan hümanist aşamadan ortaya çıkan yeni Orta Çağlara geçiş dönemidir. Rus filozoflarından Berdrayev’e göre 20. yüzyıl, ölmekte olan bir medeniyeti taşımaktadır. Bu hümanist medeniyet, yeni bir Orta Çağ medeniyeti çıkaracaktır. Orta Çağ Medeniyeti’nin hâkim vasfı, dine dönük, dinsel değerlere dayalı olmasıdır. Bu hümanist medeniyetin yıkılmasından sonra yine dini bir medeniyet ortaya çıkacaktır.

      Amerikan filozoflarından Northrop (1893-?), 1946’da yazdığı Doğu ve Batı’nın Karşılaşması adlı eserinde belirttiğine göre dünya birkaç medeniyet tanımıştır. Diğer medeniyetler birbirine etki etmişlerdir. Medeniyetlerin temsil edici özelliğini o milletin dinsel inançlarını ve felsefî kanaatlerini gösterir.

      Bir Batı Medeniyeti, bir Doğu Medeniyeti, İslâm Medeniyeti vardır. Fakat bunların ortak yanları vardır diyor. Batı Medeniyeti’nin bilimsel ve kuramsal olması, kuramsal dediği hipotez yani nazariyeci olmasıdır. Demek ki Batı Medeniyeti’nin bu özelliğini alıyor. Doğu medeniyetinin özelliği, estetik ve sezgisel olmasıdır, diyor. Yani Doğu medeniyeti mistiktir. Aşk, şefkat, sevgi gibi bazı duyguları örnek veriyor… Batı Medeniyeti eksiğini Doğu’dan alacak; sevgi, şefkat, manevî değerler, cömertlik. Bu gibi ahlâki değerleri Doğu’dan alacak…

      Aşağı yukarı hepsi de: Kültür aktarılamaz, kültür ve medeniyetlerde doğrusal bir ilerleme yoktur, yeni gelen kültür ve medeniyet, eskisinden daha üstün ve tutarlı değildir. Bugün akıl ve zekâya dayanan moral ve manevî değerden mahrum Batı medeniyeti çökmektedir. Hepsi de Hıristiyanlığı alternatif olarak göstermektedirler. Kurtuluşun Hıristiyanlığın yeniden doğuşuyla olacağını söylüyorlar.

      Dostoyevski, 1880 yılında Puşkin gününde yaptığı bir konuşmada İstanbul ve Boğazlar bizim olacak diye bağırıyor. Başka bir kitabında da Batı Katolikliğinin etkisiyle Hz. İsa’yı yitirmişti. Dolayısıyla Batı’yı da, dünyayı da Rusya kurtaracaktır, Hz. İsa kurtaracaktır, demektedir.

      Batılı felsefesiyle, duygusuyla, düşüncesiyle, aklıyla kendisine bağlıdır, ülkesine, milletine bağlıdır. Her zaman düşünülen onlar ve büyük gelecekleridir.

      Bizimkilerse, bütün Türkleri ve hatta İslâm âlemini kendine getirecek olan Türklerden başka millet olmadığı hâlde, tarihi geçmişleri bu büyük meseleyi halledecek güce ve iradeye sahip olmadığı halde, Türkleri yerden yere vurmaya devam ediyorlar. Batı’nın emeline ulaşması için, yardımcı oluyor, ekmeğine yağ sürüyorlar.

      Görüldüğü gibi Batılı din adamları bilimde, teknikte, milli kültür alanında milletlerine ve ülkelerine canla başla hizmet etmekte, ülkelerinin büyük geleceklerini hazırlamakta maddî ve manevi yönden eksik yan bırakmamaktadırlar. Birlik ve beraberliği sağlayıcı adımları cesaretle atmaktadırlar. Özellikle din adamları bilimsel çalışmalarıyla ön plânda yer alıyorlar. Yine çoğu din adamı devleti yönetenlere siyasal açıdan yol gösteriyor, yönlendiriyorlar. Ülkelerinin geleceğini oluşturma önemli ve hatta hayati katkılarda bulunuyorlar.

      Aksine bizde din adamlarının özellikle de Fatih Sultan Mehmet’ten sonra Türk-İslâm âleminde bilimle, teknikle, milli kültürle ilgilenip ülkenin ve milletin geleceğini olumlu yönde etkileyecek bir katkı sağladıklarına dair doyurucu bir bilgiye ulaşamadım, üzüldüm.

      Oysaki Osmanlı tarım çağında mükemmel bir merkezi organizasyon, işlevsel kurumlar ve adil hukuk düzeni ile Cihan Devleti olmuştu. Ama bu durumu fazla uzun sürmedi. İlimden, teknikten, doğal olarak akıldan, izandan o kadar uzaklaşıldı ki, batı sanayi çağına girdiğinde Osmanlı’nın tarım toplumuna dayalı kurumları ve hukuku işlevsiz kaldı. Sonunda da okuyanın sayısı yüzde 10 olan nüfusuyla ve kibriti, şekeri ve sigara kâğıdına varıncaya kadar birçok malı dışarıdan ithal eden bir ülke hâline gelmişti.

      Atatürk bu kötü yazgıyı düzeltmek için gayret gösterdi. Ama cehalet hâlâ önünde en büyük engel olarak duruyordu. Cahil bir toplumu istismar edecek kolay bulunurdu. Doğal olarak günümüzde de bulundu, istismar devam ediyor.

      1. Kitap ve Kütüphane Düşmanlığı yapılmıştı

      Bilgisiz toplumlar içinden çıkan uyanık kişiler büyük insan yığınlarını yönetip yönlendirebilmek için, onların gözünü açıp uyandıracak nesneleri yok ederler. Bu bilgi kaynaklarının en başında kitapların bulunduğu kütüphaneler yer alır.

      Büyük savaşçı, ama kültürsüz Büyük İskender İran’ı işgali sırasında “Persopolis kitaplığı yakılsın” dedi ve yakıldı.

      İnsanlığın mutluluğu için kitapların yakılmasının gerekli olduğuna yürekten inanan Çin imparatoru Tsin Che Hoang Ti, İ.Ö. 213 yılında “bilginin insanlığa kötülük getirdiği” gerekçesiyle Çin tarihinin en önemli kitaplarını yaktırmıştı.

      Romalılar, Annibal’dan sökerek aldıkları Kartaca Kütüphanesini, Alp dağlarında geçirdikleri soğuk gecelerde yakarak ısınmışlar, ancak işlerine yarayan kitapları Roma kütüphanesine taşımışlar, kalanını yakmışlardır.

      Sezar tarafından Cleopatra’ya hediye edilen Bergama Kütüphanesindeki bütün kitaplar, Cleopatra tarafından İskenderiye hamamlarında yaktırıldı.

      Müslümanlar tarafından ele geçirilen İskenderiye Kütüphanesi, halife Ömer tarafından yaktırıldı. “Ame İbn-ül As, Mısır’ı fettiği zaman, halife Ömer’e bir mektup yazdı. Mektubunda: Burada çok sayıda kütüphane ve içinde binlerce kitap var. Bunları yakayım mı yoksa bırakayım mı? diye sordu. Hz. Ömer de şöyle yanıtladı: Kitapları incele… Eğer yararsız şeylerse, yak. Yok, eğer yararlı şeylerse, yine yak. Çünkü halk, o kitapları okudukça, onlara uymaktan vazgeçmeyecekler, eskiyi unutmayacaklar ve bize, yani yeniye-yeniliğe sürekli düşman olacaklardır!

      410 yılında Roma’yı işgal eden Vizigotlar, kralları Alarik’in emriyle tüm Roma’yı yerle bir ederken, kütüphaneyi de yaktı.

      Ünlü astronomi âlimi ve filozof Nasîrüddin Tûsî’nin bilim dünyasına olan katkılarından dolayı onun adıyla anılan 36 kütüphane, Hülagu Han’ın, Bağdat’ı istilasından sonra yakılmıştır.

      Kardinal Ximenes, Endülüs Kütüphanesi’nden taşıdıkları kitapları Granada’nın Bab-ür-remle meydanında, İspanya’nın Müslümanlardan kurtuluşu adına yaktırmıştır. Fizikçi Pierre Curie bu kıyım için, “Endülüs Kütüphanesi’nden otuz kadar kitap kurtuldu, onlarla atomu parçaladık. Eğer yakılan bir milyon kitabın yarısı kurtulmuş olsaydı, şu anda galaksiler arasında geziyor olurduk.” diye yazmıştır.

      1562 yılında Güney Amerika’da Maya Uygarlığı’na ait kitaplar, İspanyol papazlar tarafından yakılmıştır. 1566 yılında da, muz kabukları üzerine yazılı İnka antolojilerini yakan Pachacuti, bunu görev aşkıyla yaptığını belirtmiştir.

      1872 tarihinde Polonezya adalarında Hıristiyanlık hakkında kitaplar yazmaya başlayan rahip Eugene Evraud, eski Polonezya eserlerini yakan papazlardan biridir.

      Nazi Almanyası’nın 10 Mayıs 1933 tarihinde gerçekleştirdiği “kitap yakma töreni”, Almanya’nın, geleceğin dünya lideri olacağına inanan binlerce Nazi tarafından desteklendi.

      Türkiye’de Cumhuriyet Döneminde çeşitli tarihlerde kitapların yakıldığını gazete haberlerinden öğreniyoruz.

      1. Taassup Engizisyon Mahkemelerine Yolaçmıştı

      Uygulayıcıları farklı olsa da tarih tekerrür ediyor. Kimse ders almak, hataların tekrarının önlenmesi için kılını kıpırdatmak istemiyor. Dünyada benzeri hadisler tekrarlanıp duruyor. İnsanlar Kutsal Kitapların emri hilafına Hıristiyanlık ve Müslümanlığın izin vermediği her eylemi yapıyorlar. Sözde din adına haksız yargılamalar yapıp insanları katlediyor, cezalar veriyorlar.

      Din adına hatalı eylemler dün vardı bugün de tekrarlanıyor. Geçmişte acı örnekleri verilen engizisyon benzeri olaylar cereyan ediyor. Nitekim Orta Çağ’da Engizisyon mahkemeleri haksız kararlar vermiş, vahşet derecesinde infazlar yapmışlardı.

      Engizisyon, Latince soruşturma anlamına gelen bir kelimedir. Aslında Katolik kilisesine bağlı bir mahkeme sistemidir. Siyasî ve dinî görüşleri nedeniyle meşhur olan Engizisyon mahkemeleri şunlardır:

      1. Orta Çağ Engizisyonu, Orta Çağ’da uygulanmıştır. Orta Çağ engizisyonu; 1231’de Papa 9. Gregorius tarafından kurulan gezici bir mahkemedir. 1252’de Papa 4. Innocentius, Engizisyona işkence yöntemleri kullanımı için yetki verdi. 16. yüzyıl Fransa’sında Paris Üniversitesi Protestanlığı ezmekle Engizisyon’un yerini almıştı.

      Almanya’da, Trever Üniversitesi rektörü ve Seçici Prensti mahkemesi başyargıcı Flade’nin sayısız büyücüyü mahkûm ettikten sonra içine bir kurt düşmüş, onların işkenceye dayanamayıp suçu üzerine alabileceklerini düşünmeye başlamıştır. Bunun sonucunda büyücüleri mahkûm ederken gönülsüz davranmaya koyulunca, ruhunu şeytana satmakla suçlanmış, büyücüler gibi suçu üzerine almış ve 1589 yılında önce boğulup sonra yakılmıştır.

      1. İspanyol Engizisyonu, Castilla Kraliçesi 1. İzabella’nın ısrarı üzerine Papa 4. Sixtus tarafından 1483’te onaylanmış, Müslümanlarla Yahudilerin Hıristiyanlaştırılmasını hedeflemiştir. Bu sebeple 200 bine yakın Yahudi ülkeyi terk edip, Osmanlı İmparatorluğu’na sığınmıştır. Küçük bir engizisyon mahkemesi bile 28 bin kişiyi ölüme mahkûm etmiştir. İspanya kralı 5. Ferdinand: İspanya’da artık ne Müslüman, ne de dinsiz kaldı, diye iftihar etmiştir.

      2. Roma Engizisyonu, Roma Kilisesi’nin savunduğu öğretiyi korumak için, Papa 3. Paulus tarafından 1542’de kuruldu. Calvinizm’e ve Luthercilere savaş açtı, cadılık ve büyücülükle uzun yıllar mücadele etti.

      İnsanlar din uğruna veya yeni fikirler ortaya koydukları için haksız yere öldürüldüler, hatta diri diri yakıldılar. Engizisyon sadece Hıristiyanlıktan çıkanları değil, bütün aydınları yok ediyor, fen ve ilmin ortaya koydukları yenilikleri günah sayıyordu. Engizisyonun şerrinden 5 milyondan fazla kişi zarar görmüştür.

      1. Hırvat Engizisyonu, zalimce işkence yöntemleri benimseyen bir yargılama sistemi olarak tarihe geçmiş, Kilisenin tehdit olarak gördüğü tarikatları ortadan kaldırmada etkili olarak kullanılmıştır. 15. yüzyıldan itibaren büyücü olarak nitelediği kişileri bu yöntemle vahşice cezalandırmıştır. Suçu mutlaka itiraf ettirme anlayışına dayanır.

      Engizisyon mahkemesinin haksız uygulamaları asırlarca sürmüş; Orta Çağ karanlığında masum insanların çığlıkları semayı parçalamaya devam ederken, insanlık adına bu sesleri duyan kimse olmamıştır.

      Kilise mahkemeleri emsalsiz güç sahibi olduklarının farkında olarak haksız kararlarını hız kesmeden sürdürmüşlerdir. Binlerce insan işlemedikleri suçlardan yargılanmış, ölüme mahkûm edilmiştir. Seri hâlde verilen bu haksız ve acımasız kararlar, korkunç ve vahşice uygulamalar şeklinde, doğru olup olmadığı üzerinde düşünülmeden infaz edilmiştir.

      Hıristiyan âlemi 19. yüzyıla kadar bu vahşi uygulamalardan kurtulamamıştır. Çoğu kilise mensubu din adamı da engizisyon mahkemelerinin şerrinden kurtulamamış, kendi paylarına düşen cezaları almışlardır. Yargılanıp ceza alanların sayıları hiç de az değildir.

      Bütün bu olup bitenlerden sonra Hıristiyan din adamları ders çıkarmıyorlar. Aslında kimse geçmişte cereyan eden olaylara bakıp ders çıkarmıyor. Şimdi de Müslümanlar, Batı’nın geçmişte yapıp da artık vazgeçtiği hatalarını tekrarlıyor. Kur’an hükümlerini dikkate almıyor, Günah işleyenlere cezayı Allah’ın vereceğini unutuyorlar.

      Oysaki Kur’an insana insanlaşmanın yollarını öğretiyor. Doğal olarak insanın insanlaşmasından söz edildiğinde, başlangıçta bunu duyduğumuzda şaşkınlık geçirebiliriz. İnsan ve insanlaşma kelimeleri birlikte kullanıldığında bu hisse kapılmamız gayet insanî ve doğal bir davranıştır ve öyle karşılanabilir. Ancak meselenin derinliğine inildiğinde işin şekli biraz değişebilir. Çünkü yaratılış itibariyle insan diğer birçok yaratık gibi birer canlıdırlar. Ancak durup sakince düşünecek olursak, diğer canlılardan önemli farklarının olduğunu görürüz. Bunların en başında da düşünme özelliği olduğunu görürüz ki; bu sayede insan akıl sahibi olmuştur, fikir üretebilir. İstisnasız bütün insanlarda bu özelliğin olduğu farz edilir. İstisnaları olursa da onların hastalıklı olduğu düşünülerek bu şekilde izah edilebilir. İnsanın zekâ seviyesine uygun olarak akıl ve fikir sahibi olması, var olan bu yeteneğini doğru bir şekilde ve iyi yönde kullanması sayesinde, insanlar arasındaki seviyesini yükseltebilir. İnsan, üstün özelliklere sahip olduğunu düşündüğümüz meleklerin seviyesine ve hatta onların üzerine çıkabilir.

      İnsan, sıradan bir canlı ve sadece bu konumuyla kalsaydı, meleklerin üzerine çıkamazdı. Diğer canlılar ve özellikle de hayvanlar derecesinin üzerine çıkamazlardı. Yeterli zekâya sahip olamayan hayvanlar gibi fikir edinemezler, düşünemezlerdi. Bu sebeple de, meleklerin bile kendilerine secde ettiği, eşref-i mahlûkat olma özelliğine sahip olamazdı.

      Anlaşılan o ki; diğer canlılar gibi düşünmeden, fikir edinmeden yaşamak derecemizi yükseltmiyor. Bu şartlarda insan olabiliyoruz. Bu özelliğimiz değişmiyor. Ama açık söylemek gerekirse insanlaşamıyoruz. Bu değere sahip olmamız için bizim gayretimizi istiyor. Hayvanlarla aynı şartlarda, yani düşünmeden sadece yaşamış oluyoruz. Bu da bizi; istendiği ya da bizden beklendiği gibi bir insan yapmıyor.

      Bizi diğer canlılardan ayıran farklı yanlarımızın olması gerekiyor. Bu sebeple de birçok şeyi düşünmeli, tavır ve davranışlarımıza dikkat etmeliyiz. Ağzımızdan çıkan sözlerin sonuçlarının olacağını bilerek dikkatli kullanmalıyız. Nereye varacağına dair bilgimiz olmalı, sonra da sorumluluğunu üstlenmeliyiz. Çünkü her sözün birkaç anlamı olabiliyor; hatta karşı taraf ya da taraflarca farklı şekilde algılanabiliyor. Bu bakımdan da karşımızdakilerin doğru algılayabileceği şekilde anlamlandırmamız gerekiyor.

      Aslında insanların yapabildiği birçok şeyi hayvanlar da yapabiliyor. Bu bakımdan onlarla bazı benzer yanlarımızın olması doğaldır. Ancak insanların zekâ sahibi olmaları aradaki büyük uçurumu göstermeye yeterlidir. İnsan bu özelliği sayesinde akıl ve fikir sahibi olabilmektedir. Oysaki hayvanlar daha çok da içgüdüleriyle hareket ederler. İnsanların da içgüdüleriyle hareket ettikleri olur. İnsanlar onlardan farklı olarak düşünür, doğru kararlar verebilirler. Genellikle de bu kararları doğru sonuçlar verir. En azından öyle davranmaları beklenir. Bilinen özellikleri böyle düşünmemize sebep oluyor.

      Biz insanlar, düşünme yeteneğimiz sebebiyle iyi-kötü, güzel-çirkin, sıcak-soğuk, haklı-haksız gibi ayrımların farkında olabiliyoruz. Bu özelliklerin bazıları hayvanlarda olsa da onlar hiçbir zaman insan zekâsının yanın da bir hiç derecesinde seyrediyor.

      Bu gerçeği bilip de verilen nimetlerin değerinden habersiz yaşamak nankörlüktür, vefasızlıktır. Biraz daha ileriye gidip zekâyı yeterince kullanıp akıl ve fikir sahibi insanlar gibi davranmamak, yapıcı amaçlar için kullanmamak, bu imkân ve kabiliyetlerin boşa harcanması, israfıdır. Çevresine yararlı işleri yapması, aslında zarar vermesidir. Bu tür olumsuz davranışlar insanın şanına yakışmaz.

      İnsan bu üstün özellikleriyle tanınmış, onun kullanması sayesinde gönül zenginliğine ulaşmıştır. Ne yaptığının farkında olmalı, iyilikleri, güzellikleri, acıları, ıstırapları yüreğinde hissetmelidir. Ancak bu tavrı sayesinde istenen, özlenen, beklenen, sevilen, sayılan insan seviyesine ulaşır, insanlaşmış olur. Böylece mütevazı ama yaratıcı olur. İnsanların yararlanacağı eserleri ortaya koyabilir. Saygı ve sevgiyi o kadar ileriye götürür ki; ondaki hayvansal yanlardan eser kalmaz, her yanı ve yönüyle insanlaşır. Bu onun yükselip meleklerin seviyesine ulaşması, hatta onun da üzerine çıkması anlamına gelir. Yararlı hizmetlerini o kadar yaygınlaştırmıştır ki; canlılara, cansızlara, hatta bütün kâinata doğru genişlemiştir. Her şeyin en iyisi, en güzeli, en doğrusunu yapıyor, demektir.

      Böyle düşününce ilk önce örnek insan Peygamberimizi hatırlarız. Nispeten yakın tarihlerde yaşamış olan Yunus da mükemmel insan olma yolunda büyük mesafe almıştır. Doğruluğu hayat felsefesi olarak benimsemiş, bütün hayatının merkezine yerleştirmişti. Şeyhine götürmek için dağda topladığı odunların doğrularını seçmesi ders vericidir.

      1. İnançlarda Sapmalar Nasıl Başlıyor?

      Bütün toplumlar hayatlarında mutlaka bir inanca sahip olmuşlardır. İnançsız bir insan düşünülemeyeceği gibi, inançsız bir toplum da düşünülemez.

      Din bir inançtır, fakat her inanç din değildir. Din ve inançlarla ilgili bir değerlendirme yapılırken göz önünde bulundurulmazsa bizi yanlış yerlere götürür.

      Tek tanrılı dinlerde, zamanla meydana gelen bozulmalar sonunda putperestliğe geçişin tarih boyunca rastlanan olaylardandır. Bu türlü geçişlere, Arapların tek tanrılı olan bir dinden çok tanrılı dinlere geçişleri ve böylece putlara tapmaya başlamaları Buda ve sonrası değişim, Zerdüşt ve en son olarak da Hz. İsa’dan sonra Hıristiyanlığa giren teslis inancının yaygınlaşması, bütün Hıristiyanlarca kabul görmesi buna örneklerdir. Hz. İsa; Allah tarafından insanları hak yola davet için gönderilen peygamberlerden biri olarak dini yaymaya çalıştığı; ancak, sonradan dinle hiç de ilgisi olmayan inançların buna eklendiği anlaşılmaktadır. Böylece, İsa, Meryem ve Kutsal Ruh (Ruhül Kudüs) denilen üçlü bir (teslis) inanç sistemi sonradan Hıristiyan dini içine girerek, orada yer alıp yerleşmiştir.

      Benzer bir durum Hint dininde görülür: Brahma’nın altın bir yumurtadan doğduğu, sonra da Yer’i ve üzerindeki her şeyi yarattığı söylenir. İlk Çağ’da gittikçe farklılaşan mezhep geleneklerini birleştirme çabası, Timurti öğretisinde anlamını bulur. Bu öğretiye göre Vişnu, Şiva ve Barahma yüce tanrının üç görünümüdür. Smartaların, Brahma dışındaki beş başka tanrıya tapmaya başladığı 7. yüzyıla gelindiğinde, Brahma’nın en yüce Tanrı olduğu savı artık geçersiz kalmıştır. Başlangıçta tek olan tanrı önce üçe sonra beşe çıkmıştır. Üçe ve sonra beşe çıkan tanrı sayısının, artık bu noktadan sonra artışının önünde engel kalmaz. Üçü kabullenen beşi, beşi kabullenen daha fazlalarını kabullenir.

      Mecusilik aslında, eski dinlerden biri olan Zerdüştlük dininin bozulmuş şeklidir. Zerdüştlük tek Allah yani Ahura Mazada inancını tebliğ etmiş, ilâhî vahyin geleceğini, meleklere ve ölüm sonrası hayata inancı emretmişti. Zerdüşt’ün tebliğ ettiği birlik inancı, daha sonra iyilik ve kötülük tanrısı olmak üzere iki tanrı inancına dönüşmüş, Tanrı’nın kudret ve kuvvetini temsil ettiğine inanılan ateş yüceltilerek, ateş kültü (Mecusilik) oluşmuştur.

      Bu şekilde tek tanrılı dinlerden çok tanrılı dinlere geçiş olabildiği gibi, aksine çok tanrılı dine inanılırken, Allah tarafından gönderilen peygamberler tarafından bu toplumların yeni dine davet edilerek, böylece tek tanrılı dine iman ederek, bu dine girmelerinin sağlandığını görüyoruz.

      Bazı insanlara verilen olağan üstü önem ve değer, ölümlerini takip eden zaman içinde, önce fizik bir sembol hâlinde ifade edilmeye başlanıyor. Bu sembol, zamanla put olarak kabul görüyor ve tapılan bir ilâh hâline geliyor. Putlar, insan topluluklarının inançları gereği düşüncelerinde şekillenen bir yapımın, zamanla fiziksel olarak yapılanması sonucu ortaya çıktıkları görülmektedir.

      Hakikat’in zıddı olan hurafe ise, aslı esası olmayan, uydurulmuş, saf ve doğru inançlar arasına katılmış, bazı zaman ve mekânların uğuru veya daha çok uğursuzluğu ile ilgili olarak dillerde dolaşan abartılmış hikâyelerden ibarettir. Batıl inanışlar ise, bu asılsız söylentilere inanıp, gereğine göre hareket etmektir.

      Hurafe ve batıl inanışların hemen hepsinin temelinde ecdada bağlılık, ateş, su, orman ve ağacı kutsal kabul etmenin izleri bulunmaktadır. Bazı yaratıklarda üstün güç ve nitelikler görerek, onların yakınlığını elde etmek için, onlara belli zamanlarda kurbanlar sunmak gibi sapıklıklar, insanlığın tarih içinde sıkça görülen yanılgısı olmuştur.

      1. Sonuç

      Batı Orta Çağ karanlığını yaşarken İslam âlemi bilimin zirvesindeydi. Fatih sonrası bilimden uzaklaşıldı. Bu dönemde Batı’da bilime ilgi arttı. Kiliseden yetişen bilim adamları karanlığı aydınlığa çevirmeyi başardı.

      Sigrid Hunke: Başlangıçta İslâm’ın kendisi reformdu ve milletleri reforma götürmüştü. Milletler ondan yararlanarak, kanunlarını yeniledi, tutum ve davranışlarını değiştirip geliştirdiler derken, İbn-i Haldun: “Geçim derdi Müslümanlara ilim ve fenni unutturdu.52 diyor.

      DİB Mehmet Görmez, katıldığı iftar programında:  “İslâm dini bizatihi Teolojik yapısıyla, insanlığa getirdiği yüce değerlerle, yeni ortaya çıkmış birtakım yanlış anlayışların tehdidi altındadır.53 dedi.

      Kutal kitabımız Kur’an’ın “İkra! (Oku!)” emriyle başladığını bildiğimiz, sık sık “Emrolunduğun gibi dodoğru ol” ve hatta “Efelâ ta’kılûn (Hiç düşünmez misiniz?/Hiç akıl yürütmez misiniz?)” diyen ayetlerinden haberdar olduğumuz hâlde, biz Müslümanların dikkatlerinin çekildiğinin farkında değilmişiz gibi davranıyoruz. Her türlü bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı günümüzde özellikle de ihlâs sahibi Müslümanların bu gerçekleri göz ardı etmeleri anlaşılır gibi değildir.

      Yüce YaratanKur’an-ı Kerim’de insanı Eşref-i Mahlûk, yani yaratılmışların en şereflisi olarak tanımlar. Canlılar âleminin en önemli ve en şerefli parçası olan insan sosyalleştiği ölçüde bunu yani gerçek anlamını taşır, taşımaya hak kazanır. Akıl ve bilim onun sağlıklı yürüyüşüne yardımcı olur.

      İslâm’ın en parlak medeniyetlerden biri de Endülüs’te teşekkül etmişti. Bunun en önemli sebebi orada bilimin rehber edinilmiş olması, özgürlük ortamının bulunması, bütün dinî ve felsefi görüşlerin serbestçe ifade edilmesiydi.

      15 Mayıs 1919’da Yunan zırhlıları körfeze demirleyip, işgal ordusu vatan toprağımıza ayak bastığında, Megalo İdea fanatiği İzmir metropoliti Hrisostomos gelip diz çökmüş, işgal komutanın çizmesini, Yunan bayrağını öpmüş, haçını havaya kaldırarak, askerleri takdis ettikten sonra: “Evlatlarım, bugün İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz, bu uğurda ne kadar Türk kanı içerseniz, o kadar sevaba girmiş olacaksınız, ben de bir bardak Türk kanı içmekle, onlara olan kin ve nefretimi teskin etmiş olacağım, azizler arkanızda” demiş, Yunan kilisesi Türk kanı içmeyi sevap kabul eden Hrisostomos’u 1993 senesinde azizilân etmişti. Yunanistan’ı Karamanlis gibi sağcı, Papandreu gibi solcu, Çipras gibi Komünist başbakan yönetse de, temel hedefleri asla değişmemiştir. Yunan kilisesi, Kostantinoplis’i unutmaz, Hrisostomos’u yaşatmaya çalışır, Aya Fotini’yi diriltirken, bizim diyanet, Atatürk’ün ismini hutbelerden çıkarıyor. Yunan dincileri Megalo İdea’yı hayata geçirmek için nesilden nesle çaba harcarken, dincilerimiz, cumhuriyeti yıkmak için çaba harcıyor.

      Durup düşünmeliyiz. Akıl ve bilimi önemsiyor muyuz?

      Dünyanın ulaştığı bilim seviyesi dikkate alındığında biz ya da genel olarak İslâm âleminin durumu içler acısıdır. Eskiden bilgi matematik (1.2.3.4…) olarak artardı. Şimdi geometrik (1.2.4.16…) olarak artıyor. Bizde yerinde sayıyor son zamanlarda daha gerilere gidiyor.

      Dünyada nadiren bulunan elementler 40 yıl içinde bitecek, başkaları uzayda yaşam alanları oluşturmanın peşindeler.

      O kadar Üniversite açıldı ki, sayısını kimse bilmiyor. Ama Fen Bilimlerini kaldırmakla ya da eleman almamakla ilimden ne kadar uzaklaştıklarını tahmin edebiliyoruz. Bunlar bizi geleceğe ulaştıracaklar!..

      Müslümanların yaşadığı ülkelerde, İslâmî temel ilkeler kale alınmıyor. Müslümanlar kendi anlam dünyalarına yabancılaşmış durumdalar. Bu sebpledir ki; bu ülkelerde faiz ve rüşvet işlemleri sıklaşmıştır. Vergiler adil değildir. Yoksullar eğitim ve sağlık hizmetlerinden yoksundur. Kanun hâkimiyeti, yargının bağımsızlığı, yönetimin etkinliğini düşünecek durumda değildirler. İnsan hakları, politik haklar, kadın haklarının ne olduğundan bile haberleri yoktur. Çevre meseleleri, askeri harcamalar onların düşünce alanları dışındadır. Bunlar ülkelerde nüfusu en fazla olan kesimdir. Karneleri en zayıf olan Müslüman ülkelerdir.

      Oysaki insanî ve toplumsal meselelerde İslâm, ne pahasına olursa olsun, yöneticilerin adaletten sapmalarını yasaklar. Bu bir emirdir. İmam her cuma hutbede okur, Müslümanlara hatırlatır. Ekonomi, hukuk, özgürlüler, insan hakları gibi alanlarda yapılanmalar yöneticiler tarafından yapılır. İman özneldir, kişiye bağlıdır. Bilim ise nesneldir, yani ölçülebilir, tartılabilir, doğrulanabilir, yanlışlanabilir tarafları vardır. Zamanın ruhuna uygun değerleri topluma taşımak aklın gereğidir. Kur’an’ın en büyük mücadelesi cehaletledir. Bütün bu gerçekler göz önünde bulundurularak Müslümanların imanî tartışmalar yerine bilgiyi ikame etmeleri gerekir.

      Türkiye uçak, tank, füze, uydu, uçak gemisi yapamıyor; yöneticilerimiz yapmak için gayret göstermiyorlar. Ama başka şeyler yapıyorlar!.. Bilimden uzak kalarak ne kadar ayakta kalabiliriz? Petrolümüz, doğal gazımız yok. Enerji sistemlerin yerel kaynaklara dayanmıyor. Dört yanımız ateş çemberi ile sarılmış durumdayken bile Ülkenin geleceği üzerine kafa yorulmuyor, endişe duyulmuyor. Üniversitelerin sayısı arttı ama bilimden uzaklaştılar. Ülkede yeterince siyasetçi yokmuş gibi, bilim adamlarımızı bilimden çok siyasî işlerle meşguller.

      Oysaki milletimizi yükseltecek, hayatta kalabilmemizi sağlayacak olan hukuk, bilim, teknolojidir. Dinimiz, dilimiz, kültürümüz, tarihî mirasımız da bu üç değerin varlığına bağlıdır.

      Kibrin, hırsın, gösterişin, görgüsüzlüğün, zulmün inanç adına tavan yaptığı bir dönemden geçiyoruz. Vahyin esprisi gereği ilâhi dinler, akla, fıtrata, fizik ve toplumsal yasalara aykırı söz söylemez. Oysaki gün boyunca bu gerçeklerle çelişen ifadelerle karşılaşıyoruz. Geçmişte değerli filozofların oluşturduğu sistemlerin arkası gelmemiştir. Fazlur Rahman İslâm ve Çağdaşlık adlı eserinde: “İslâm Medeniyeti yeniden dirilmek ve canlanmak istiyorsa, büyük bir düşünce hareketi içine girmelidir… Şu anda bütün Müslümanlar devletlerin yaptığı gibi, Batı bilim ve teknolojisini ithal etmekle hiçbir ilerleme kaydedilemez. Zira bilim ithal yolu ile gelmez; ancak kendi içimizde yeşerebilir. Bunun için de aranan şart, düşünceye önem veren sosyal bilimlerin ve felsefenin yeniden islâm’da kurulmasıdır.”54 diyor.

      İslâm dini, barış, sevgi ve ahlâkî değerler üzerine kuruludur. Diğer taraftan “İlim Çin’de bile olsa gidip öğreniniz.” hadisi bilime verilen önemi vurgulamak için yeterlidir.

      Durumlarına baktığımızda Müslümanların acınacak halde olduklarını görüyoruz. Müslümanların bilimden teknikten uzak kalmaları bir yana birbirleriyle olan ilişkileri de içler acısı durumdadır. Müslüman Müslümana güvenmemekte, birbirine yardımcı olmamaktadır. Çeşitli sebeplerle ülkelerinden kaçan Müslümanlar, bir Müslüman ülkesine gitmiyor, gitmek istemiyor. Ulaşmak istedikleri ülkeler Yunanistan, Makedonya, Avusturya, Almanya, İngiltere, Danimarka, İsveç gibi hepsi de Hıristiyan olan ülkeler. Sadece bu tavır bile üzerinde düşünmeye değer.

      962 yıldır kanlı bıçaklı olan iki önemli kilise Küba’nın Başkenti Havana’da buluştu. Katolik kilisesi lideri Papa Francesco ile Rus Ortodoks Kilisesi lideri Kirill, Havana’daki Jose Marti görüşmesi sırasında önemli mesajlar verdiler. Orta Doğu ile yakından ilgililer. “Uluslarası toplumu, Hıristiyanların Orta Doğu’dan atılmasını önlemek için acilen harekete geçmeye çağırıyoruz.” dediklerini bu haberden öğreniyoruz. Müslümanlar, mezhep savaşlarıyla gülünç durumlara düşerken, Hıristiyanlar akıllıca davranıp mesafe alıyorlar.

      Mısırlı Seyyid Kutub, “Yoldaki İşaretler” adlı kitabında, 8. yüzyılda klasik Yunan felsefe ve bilim eserlerinin Arapçaya çevrilmesini Müslümanların bozulmasının başlangıcı olarak nitelerken; 12. yüzyılda Fahreddin Razi “Geometri öğrenmek her Müslümana farzdır” demişti. 14. yüzyılda yaşamış olan büyük sosyolog İbni Haldun antik Yunan eserlerini bile az bularak şöyle yakınıyordu: “(Antik) Keldanilerin, Süryanilerin, Kıptilerin, Babil halkının, ilmi nerede? Bizce sadece Yunanlıların ilmi kaldı!” (Mukaddime, Uludağ tercümesi, c. 1, s. 260). Bu düşünceler arasındaki muazzam fark “500 yıldır” nasıl bir geri kalma hâlinde olduğumuzu göstermek için yeterlidir. Daha dün kurtardığımız Güney Kore başarısı karşısında utanmalıyız.

      Allah’ın buyruklarının yerini Sultanların ve Padişahların buyrukları alınca işler değişti, bu hâle geldik. İslâm “Oku/Aklını kullan/Sorgula” derken, Saltanat Dini “Okuma/Aklı bırak nakle bak/ Sorgulama Biat et” diyor.

      Artık gözlerimizi açıp gerçekleri görmeliyiz. Nobel Ödüllü bilim adamımız Aziz Sancar’ın her sözüne kulak vermeli aklımızın başımıza gelmesi için biraz fazla gayret göstermeliyiz.Biz Müslümanlar, iç açıcı olmayan durumumuzu gözden geçirerek “akılcı ve bilimsel düşünme”yi öğrenmeli, sağlıklı fikir ve düşüncelere yönelmeli, günün şartlarını göz önüne alarak teşekküre değer bir geleceği kurmak üzere yola koyulmalıyız. Aksi takdirde, günümüzdeki hatalarımızda ısrar edersek, kendimize çekidüzen vermezsek, dünyada saygın bir yer edinmemiz mümkün olmayacaktır.

       

      NOTLAR

      1 Stephen F. Mason, Bilimler Tarihi, Çeviren Umur Daybelge, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2013, sayfa 13

      2 Stephen F. Mason, a.g.e. sayfa 14

      3 Stephen F. Mason, a.g.e. sayfa 32

      4 Stephen F. Mason, a.g.e. sayfa 33

      5 Stephen F. Mason, a.g.e. sayfa 35

      6 Stephen F. Mason, a.g.e. sayfa 36

      7 Şaban Döğen, İslâm Ve Astronomi, Gençlik Yayınları, İstanbul, 1992, sayfa 27, 29

      8 İrfan Yılmaz/İ. Hakkı İhsanoğlu/Selim Aydın/Fuat Bozer/Nevzat Bayhan/İhsan İnal, Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din, 2. Cilt, Zaman, İstanbul, 1998, sayfa 414, 415

      9 İrfan Yılmaz/İ. Hakkı İhsanoğlu/Selim Aydın/Fuat Bozer/Nevzat Bayhan/İhsan İnal, Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din, 2. Cilt, Zaman, İstanbul, 1998, sayfa 402-404

      10 İrfan Yılmaz/İ. Hakkı İhsanoğlu/Selim Aydın/Fuat Bozer/Nevzat Bayhan/İhsan İnal, Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din, 2. Cilt, Zaman, İstanbul, 1998, sayfa 408

      11 Mehmet Dikici, Bilimsel Gelişmeler, Cilt 1, sayfa 24

      12 Bilim ve teknoloji Ansiklopedisi, Milliyet, 1991, sayfa 117; Mehmet Dikici, Bilimsel Gelişmeler, Cilt 1, sayfa 159

      13 Şaban Döğen, İslâm Ve İlim, Gençlik Yay. İstanbul, 1992, sayfa 197

      14 Şaban Döğen, İslâm Ve İlim, Gençlik Yay. İstanbul, 1992, sayfa 214

      15 Şaban Döğen, İslâm Ve İlim, Gençlik Yay. İstanbul, 1992, sayfa 218

      16 Şaban Döğen, İslâm ve Matematik, sayfa 78, 79

      17 Şaban Döğen, a.g.e. Sayfa, 88, 90

      18 Şaban Döğen, a.g.e. Sayfa, 92

      19 Şaban Döğen, a.g.e. Sayfa, 107

      20 Lütfi Göker, a.g.e. Sayfa 92

      21 Lütfi Göker, a.g.e. Sayfa 94–99

      22 Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk–İslâm Medeniyeti, 2. Baskı, s. 353-356

      23 I.J. Rosenthal Erwin, Ortaçağ’da İslâm Siyaset Düşüncesi, İz Yay. 1996, s. 175, 176

      24 Bayram Ali Çetinkaya, İbn Rüşd’ün Projesi: Felsefe Din Uzlaşımı, Diyanet ilmî Dergi, cilt 48, sayı 3, sayfa 119

      25 Pervez Hoodbhoy, İslam ve Bilim (Bağnazlığa Karşı Akılcılığın Savaşımı), Cep Kitapları, İstanbul, 1992, sayfa 44-46

      26 Mahmut Karakaş, Müsbet İlimlerde Müslüman Âlimler, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara–1991, sayfa 92–97

      27 Bertrand Russell, Din ile Bilim, Say Yayınları. 5. Basım, İstanbul–1990, sayfa 75-77

      28 Sigrid Hunke, Avrupa’nın Üzerine Doğan İslâm Güneşi, Bedir Yayınevi, İstanbul, 1972, sayfa 212

      29 Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Milliyet Yayınları, 1989, sayfa 18

      30 Muammer Dizer. Takiyüddin, Kültür Bakanlığı, 1000 Temel Eser, Ankara, 1990, sayfa 16, 17

      31 Tuncer Bulutay, Bilimin Niteliği Üzerine Denemeler, Evrim ve Quntum Kuramları,  Mülkiyeliler Birliği Yayınları, Ankara, 1986, sayfa 11, 12

      32 Stephen W. Hawking, Zamanın Kısa Tarihi, Milliyet Yayınları. 1989, sayfa 18-20

      33 Christian J. Emden, Modern Siyasal Düşünce ve Friedrich Nietzsche, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ocak 2013, İstanbul, sayfa 49

      34 Hilmi Ziya Ülken, Millet ve Tarih Şuuru, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2. Basım, İstanbul, 2013, sayfa 186

      35 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi, cilt IV, sayfa 1893

      36 İrfan Yılmaz/İ. Hakkı İhsanoğlu/Selim Aydın/Fuat Bozer/Nevzat Bayhan/İhsan İnal, Yeni Bir Bakış Açısıyla İlim ve Din, 1. Cilt, Zaman, İstanbul, 1998, sayfa 519

      37 Cemal Yıldırım, Bilimin Öncüleri, TÜBİTAK, Ocak 1995, Ankara, sayfa 7

      38 Büyük Larousse Sözlük ve Ansiklopedi, cilt 13, sayfa 6974

      39 Cemal Yıldırım, Bilimin Öncüleri, TÜBİTAK, Ocak 1995, Ankara, sayfa 77

      40 Cemal Yıldırım, a.g.e. sayfa 78, 79

      41 Cemal Yıldırım, a.g.e. sayfa 93

      42 Cemal Yıldırım, a.g.e. sayfa 116

      43 Cemal Yıldırım, a.g.e. sayfa 166

      44 Cemal Yıldırım, a.g.e. sayfa 150

      45 Tuncer Bulutay, Bilimin Niteliği Üzerine Denemeler, Evrim ve Quntum Kuramları,  Mülkiyeliler Birliği Yayınları, Ankara, 1986, sayfa 11, 12

      46 İbrahim Okur, Boyasını Kazıyınca Küresel Güç Odaklarının Egemenlik Felsefesi, Okursoy Kitapları, Ankara, 2014, sayfa134-137

      47 Onur Bilge Kula, Anadolu’da Çoğulculuk ve Tolerans, Türkiye İş Bankası Kültür yayınları, İstanbul, 2011, sayfa 53

      48 İbrahim Okur, İkinci Binyılın Muhasebesi, bölüm 18, sayfa 306

      49 İbrahim Okur, İkinci Binyılın Muhasebesi, bölüm 18, sayfa 306, 307

      50 İbrahim Okur, İkinci Binyılın Muhasebesi, bölüm 18, sayfa 297–308

      51 İlber Ortaylı, Çarlık Rusyasında Türkçülük Hareketleri ve Gaspıralı İsmail Bey, Milliyetçi Türk Kadınları Derneği Yayınları, Ankara, 1968, sayfa 10

      52 Beyza Bilgin, köşesinde, Hürriyet, 30.06.2015

      53 Sözcü Gazetesi, 30.06.2015

      54 Ayşe Sucu, Tassup Fitnesi Canlandı!, Sözcü Gazetesi, 20 Haziran 2016

      Mehmet Dikici – Eğer Irkçı Bir Millet Olsaydık; Balkanlar, Kafkaslar Ve Ortadoğu’da Türk’ün Dışında Kimse Kalmazdı!

      Eğer Irkçı Bir Millet Olsaydık; Balkanlar, Kafkaslar

      Ve Ortadoğu’da Türkün Dışında Kimse Kalmazdı!..

        Türkler tarihin hiçbir döneminde ırkçılık yapmamışlardır. Bu da çoğu zaman onların en zayıf yanını oluşturmuştur. Türklerde ırkçılık hâdisesi olmayınca, Türk dilinde Türkçe kökenli ırk ve ırkçılık karşılığı bir kelime bile olmamıştır. Bu kavramlar olmayınca Türklerce bir asimilasyon da doğal olarak gerçekleşmemiştir. “Irk” Arapça bir sözcüktür. Fransızcası “racisme”, Almancası “rassismus”,İngilizcesi “racializm” olmak üzere, aynı kökten gelmelerine bakılırsa, Batı kültüründe çok eski çağlardan beri bir karşılığı vardır. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra tehlikeli çağrışımlara neden olan “ırk” kavramı yerine Yunanca “etnos” kelimesinden türemiş olan ve belirli bir kavme mensubiyeti ifade eden “etnisite” ve “etnik köken” kavramının daha sık kullanıldığı görülmektedir. “Ari ırk kavramını da ortaya atan Batılılar, beyaz ırktan olmayan insanları geri zekâlı, yeteneksiz ve ahlâksız olarak aşağılarlar, onlara hak ve fırsat eşitliği tanımazlar. Avrupa’da sadece, Lordun çocuğu Lord, Senyör’ün çocuğu Senyör, Dük’ün çocuğu Dük olabiliyordu. İslâm öncesi Türklerde, Eski Yunan, Hindistan, Çin ve Avrupa’da görülen sınıflı toplum yapısı yani kast sistemi yoktu. Türk sosyal hayatı sınıfsızdı. Bundan dolayı Türklerde sınıf mücadeleleri ve kölelik de yoktu. Türk devletlerinde toprak mülkiyeti devlete aitti. Ruhban sınıfı yoktu. Askerlik paralı değildi. Bu özelliklerden dolayı Türklerde Avrupa’da görülen kana dayalı asalet de yoktu.

      Türklerde Asalet Kana Değil, Liyakate Dayanır

      Türklerde asalet anlayışı kana değil, başarıya ve liyakate dayanıyordu. Başarılı olan, çalışkan olan birisi devletin en üst makamlarına kadar çıkabiliyor, başarılı olmayan da aşağı iniyordu. Toplumda bir sosyal hareketlilik vardı. Bu hareketlilik İslâmlıktan sonra kurulan Türk devletlerinde de aynen devam etmiştir. Üstünlüğü ve başarıyı şahsi gayretlere ve kabiliyetlere bağlamış Türklerde ırkçılık hadisesine rastlanmaması doğal bir hadise idi. Çünkü onun yaşantısı buna uygun değildi. Onun üstünlük anlayışı takva idi ve İslâm’ın ruhuna uygundu. Bu sebeple de Türkler ırkçılık nedir bilmezdi. Aksi hâlde dünyanın ulaşılmadık köşesini bırakmayan Türklerin yapacakları asimilasyon sonunda, yeryüzünde Türk’ten başka milletin isminin kalmaması gerekirdi. Türklerin öyle bir niyetleri olsaydı, hâkimiyetleri ve idareleri çok uzun süreli olan yerlerde, bu uygulamayı yapacak fırsatları her zaman değerlendirebilirlerdi. Günümüz dünyasında Türk nüfusu hayli azaldığına göre, asimile etmekten ziyade asimile oldukları açıkça görülüyor.

      Avrupa Kafatası, Amerika Zekâ Testi

      Avrupalılar, ırkçılığı ideoloji hâline getirip en geniş anlamıyla uygulamışlardır. Bunlar, Afrikalı köleleri Avrupa’ya bile sokmamış, kendilerine hizmeti bu kıta dışında yaptırmışlardır. Uygarlığın ulaştığı seviyeye rağmen, Hint-Avrupalılar milletlerarası anlaşmalara konu olduğunda ırkçılık karşıtı kararlara imza atsalar da, uygulamada aksine davranışlar sergilemekten geri kalmamışlardır. Hepsi de soyluluk iddialarını ırkçılık uygulamalarıyla devem ettirmektedirler. İnsan haklarından ve hürriyetlerinden en çok söz eden, hatta ırkçılık karşıtı faaliyetlerde bulunanlar, gerçekte en çok ırkçılık yapanlardır. Amerikan ırkçılığı ile Avrupa ırkçılığı arasında zamanla farklar ortaya çıkmıştır. Avrupa’da kafatası ölçümlerine dayanan söylemler öne çıkartılırken, Amerikalılar zekâ testlerine dayanıyordu. Savaştan sonra, ırkçılığı sözde terk eden, dışa karşı hümanist bir söylemi benimseyen ABD, merkezinde kendilerinin yer aldığı yeni bir dünya düzenini kurmaya çalışırken, en keskin ırkçı yasaların kendi ülkesinde olduğunu unuttu.

      Kilisenin Türklere Kin ve Nefreti Bitmiyor

      Avrupa kimliğinin biçimlenmesine paralel olarak, Türk düşmanlığının tırmandığını ve Avrupa kimliğinin neredeyse Türk düşmanlığı üzerinde yapılandığını, Kilisenin bu olguyu tetiklediğini, bin yıl boyunca beslediğini, bu konudaki söylemler açıkça ortaya koyuyor. Bir Batı değeri olan ırkçılığı davranışlarının merkezine oturtmuş olan ve gücünü Hıristiyan dinî, kültürel inancı ve aidiyetinden alan Avrupa’da Türklere karşı kin, nefret, düşmanlık dalgası hiç eksik olmamış, zaman zaman şiddetini artırarak varlığını hissettirmiştir. Geçmişte Haçlı Seferleri ile bunu fazlasıyla fiiliyata geçirenler, daha sonra Dünya Savaşlarıyla milyonlarca insanın hayatına mal olan bir maceraya kalktılar. Şimdi de Avrupa’da Müslüman’a karşı nefret, göçmenlere düşmanlık şeklinde ırkçılıkta patlama yaşanıyor. Avrupa dünyanın neresinde bir enerji kaynağı varsa onu sahiplenmek istiyor. Dünya hâkimiyetini elden bırakmak istemiyor.

      Taktik Değiştiriyor ve Müslümanları Kullanıyor

      Sömürgeci Batılılar bunun için başka ve kolay bir yol bulmuşlar. Doğrudan saldırmak yerine dolaylı olarak kendi adlarına Müslümanları dövüştürüyorlar. Bazen bu işi barış ve demokrasi adına yaptıklarını söylüyor, davranışlarına anlam kazandırıyorlar. Her dönemde istismar edeceği bir konuyu bulup, vahşi çehresini gösteriyorlar. Enerji kaynaklarına ihtiyacı olduğunda bu gayretleri hızlanmaktadır. Petrolü kontrolü altına almak üzere 19. yüzyılda ortaya koyduğu tahribatı, 20. yüzyılda sürdürmüştür. Bu konu epeyce bir süre daha gündemde kalacak gibi gözükmektedir. Bu düşüncemizi destekleyen ve güçlendiren uygulamalar örnekleriyle ortadadır. Dünyanın en karmaşık ve ihtilaflı sahaları olan Balkanlar, Kafkaslar, Orta Doğu ve Doğu Türkistan, Türkler idaresinde asırlarca sulhun sağlandığı topraklar iken, Türk yönetiminden çıkarılan bu bölgelerde henüz tam bir sulhun sağlanması, ancak hayalleri süsleyebilmektedir. Buralarda hâlâ kanın gövdeyi götürdüğüne şahit oluyoruz.

      İngiliz Sömürüsüne En Büyük Engel Türkler!

      Müslümanları ırk ve mezhep propagandasıyla birbirine düşürmek İngiliz emperyalizmi ile başlayan bir Batı stratejisidir. Tarihi boyunca hiç sömürge olmayan ve başka ülke ve milletleri sömürmeyen Türkler, bu sömürge İmparatorluğu için büyük bir tehlikeydi. Bu sebeple onu parçalayıp zayıflatmak ve eğer mümkün olursa onu yok etmek gayesiyle her yöntemi denediler, sonuç almak üzere kararlı bir şekilde hareket ettiler. Bu strateji büyük ölçüde etkili oldu. Oysaki Türkler bütün tarihi boyunca sömürgecilik yapmadıkları gibi insanları kardeş bildiler, ırkçılık yapmadılar. Yerli yabancı herkes Türklüğü yok etmek gayesiyle aklınca fesat üretiyor. Oysaki bütün dünya bizi Türk olarak biliyor, tanıyor. Anadolu’daki varlığımız eski tarihlere dayanır. Türk bir insanî durumun, kültürün ve sürecin adıdır. Bu nehrin içinde çokları yıkanmış paklanmış, bazıları ise suyun hukukuna nadanlık etmeyi tercih etmiştir. Türk olmak; değerler taşımanın mesuliyet idraki içinde olmaktır. Dinî ve millî erdemlerini kendine inhisar ettirmeyip herkesin hakkını hukukunu dayanışma anlayışı ile teslim etmek Türkün doğasının bir gereğidir.

      Batılı Irkçı Aydınların Hitler’e Tesiri

      Batılı ırkçı aydınların her fırsatı değerlendirerek dışarı vurduğu duygu ve düşünceleri bir süre sonra Avrupa siyasetinde savunulur hâle gelir. Gobineau’un beyaz ırkın üstünlüğünü savunurken mensubu olduğu Fransızlardan da önde tutarak Germenlere özel önem ve yer vermesi Alman aydınlarının ruhunu okşadı ve ırkçılık düşüncesinin kitleler arasında hızla yayılarak siyasî arenada güçlenmesine sebep oldu. Taraftarları arasına katılanlardan biri de bilahare bu fikrin savunuculuğunu üstlenen siyasî kimliği ve karizmatik kişiliğiyle onu Almanya’da siyasî ideoloji hâline getirip ileriye götüren Adolf Hitler oldu. Hitler, Kavgam(Mein Kampf) adlı kitabında mevcut yönetimi, “Reich, müstemlekelerle alakadar oluyor, fakat yakınındaki kendi kanı, kendi etine ehemmiyet atfetmiyordu” diye eleştiriyor ve “Alman ırkının kurtuluşu, Avusturya’nın yok olmasına bağlı idi. Millî hisle, bir hanedana bağlılık arasında hiçbir münasebet görmüyorum. Marksçı basını okumaya başladım. Fakat gördüm ki; bunlar Alman değil, hepsi milletimizin şeytanı Yahudiler idi. Irkın ehemmiyetini kabul etmeyen Marksçılığın Yahudi mezhebi bir zafer kazanırsa; başına giyeceği taç, insanlığın cenaze tacı olacaktır” diyordu.

      Nazi Irkı, Faşist Ulusu, Komünist Sınıfı 

       “Nazizm yüzde yüz ırkçı bir hareket, her şeye ve herkese karşı. Dün Hıristiyan uygarlığına karşıydı, bugün Latin uygarlığına karşı, yarın belki de bütün dünya uygarlığına karşı olacak” diyen Mussolini’nin derdi, aslında Germen ırkının üstünlüğü iddiasını dillendiren Hitler’in Latin uygarlığını daha aşağı görmesiydi. Temel yapı taşı olarak Naziler ırk kavramını, Faşistler ulus ve komünistler sınıf kavramını esas alırlardı. Aslında 20. yüzyıla damga vuran Lenin, Mussolini, Stalin, Hitler ve Wilson ırk ıslahı uygulamalarında ortak referansları Nietzsche’den ve birbirinden etkilenmişlerdir. Hitler ve Mussolini’nin emperyalist emellerle ve beyaz ırkı dünyaya hâkim kılmak hevesiyle başlattıkları 2. Dünya Savaşı sırasında milyonlarca insanın kanı aktı. Savaş sonunda kendileri de bu kanın içinde boğuldular. Esasında H. Ford’un, Mussolini’nin ya da Hitler’in fikirleri birbirinden çok farklı değildi. Batılılar ırkçılık uygulamaları bakımından biri birlerinden geri kalmazlar.

      İskender’in Pers-Makedonya Karışımı Irk Girişimi

      Kendini ifade etmek üzere esas aldığı uygarlık değerlerinin temellerini Yunan’a dayandıran ve bu tavrıyla karşı göründüğü ırkçılığı temel aldığını da göstermiş olan Batı, Helenizm idealinin sahibi ve kurucusu Büyük İskender’in emperyalist düşüncelerini benimsiyordu. Irkçılık temelinde bir ideoloji oluşturan Büyük İskender, Anadolu’ya geçmiş, kentleri kolayca ele geçirmiş, Yunan etkisini Hindistan’a kadar yaymıştır. Pers-Makedonya karışımıyla yeni bir ırk yaratma girişimi sonuçsuz kaldıysa da, Yunan kültürüne yatkın, ama Doğu’ya özgü yeni bir soylu sınıfı ortaya çıkartmıştır. 500 yıl sulh içinde ve huzurlu bir şekilde yaşayan Türk yurdu yıllar sonra Yunanlıların istilâsına uğramıştır. Bu gerçeği bu kadar çabuk unutursak, tarihten silinmeyi de hak etmiş oluruz. Çünkü Türkler; Yunan istilâsından kurtulmak için İstiklâl Savaşı’nı yapmak zorunda kalmışlardır. Eğer Türkler Batılılar ya da Samiler gibi ırkçılık yapsalardı, herhâlde şimdi Yunanistan diye bir ülke olmaz, istilâya kalkacak bir güce ve yapıya kavuşamazdı.

      Arap Olmayan Müslümanlara “Mevali” Denilmesi

      Beyaz adam kendini Kızılderililerden üstün görüyor. Almanlar Yahudilere, Araplar diğer Müslümanlara üstünlük taslıyor. İslâmiyet’in ırk üstünlüğünü kabul etmemiş olmasına karşılık Araplar eski âdetlerinden vazgeçmemiş, ileriki yıllarında bu duygularını eyleme dönüştürmüşlerdir. Emeviler ve Abbasiler döneminde İranlılar, Berberiler ve Türkler gibi Arap olmayan kavimlerin İslâm’a girmesiyle “Mevali” olarak adlandırılan gayri Arap unsurlara karşı Arapların üstün olduğunu iddia edenler çıkmıştır. Bunlar Peygamber’in Arap, Kur’an’ın da Arapça olması gibi hususları bile kullanmışlardır. Oysaki Selçuklu ve Osmanlı Türklerinin geleneğinde ırkçılıkla ilgili temayüllere rastlanmamaktadır. Aslında bu davranış, Türk tarihi boyunca Türklerin yaptığı uygulamaların bir tekrarından ibarettir. Dünya sulhu Türklerin güçlü bir teşkilata sahip olmalarına bağlıdır. Aksi hâlde insanlık ileride Büyük Güçlerin baskıları altında ezilecek, hakkını koruyamaz hâle gelecektir. Kölelik müessesesi adı konmasa da yaygınlaşacaktır.

      Barış Gönüllüleri Adı Altında Misyonerlik

      Türkiye’nin istememesine rağmen belli konularda baskı yaparak, 1962’de ikili anlaşma çerçevesinde Türkiye’ye gelen, ancak MGK tarafından misyonerlik yapacakları endişesiyle Doğu Anadolu Bölgesi’ne gitmelerine izin verilmeyen ve 1972 yılında Türkiye’den ayrılan ABD’li Barış Gönüllüleri, o zaman daha adı konmamış küreselleşme politikalarının enerji ekseninde önemli bir yer tutan Orta Doğu için Türkiye’nin önemli bir üs olduğunu tespit ediyorlar. Türkiye’de 12 Eylül öncesinde yaşanan kanlı ortam ve 1980 sonrasında ortaya çıkan bölücü terör ve daha birçok etnik ve dinî temelli tartışmaların temelinde Barış Gönüllüleri’nin hazırladıkları raporların etkisi belirtilmiştir. Papa 1999’da yaptığı Noel konuşmasında, “Birinci bin yılda Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdık. İkinci bin yılda Afrika ve Amerika kıtasını Hıristiyanlaştırdık. Üçüncü bin yılda da hedefimiz Asya’dır” diyordu. Misyoner faaliyetlerinin merkez üssü olarak İstanbul’u seçen ve son bir yıl içinde sadece İstanbul’da 19 kilise açan Barış Gönüllüleri, SSCB’nin dağılmasından sonra Orta Asya ve Hazar bölgesinde, Kafkaslar ve Ukrayna bölgesinde, eski Demirperde ülkelerinde gıda ve malzeme yardımı adı altında stratejik çalışmalar yapıyorlar.

      Türkler Nedense Kendileri Kalamıyorlar

      Kısaca Macar, Bulgar ve hatta diğer birçok Türk boyunun Ruslaştığı; Mezopotamya, Irak, Suriye, Mısır’da eriyen ve buralarda Araplaşan Türklerin sayısının hayli kabarık olduğu, bir kısım Türklerin de Hıristiyanlaşarak Türk toplumu dışına itildiği, hatta atıldığı, böylece asimile olarak Türklük bilincini yitirdikleri anlaşılmaktadır. Söylenenlerin aksine Türkler Çinlileşiyor, Bulgarlaşıyor, Macarlaşıyor, Ruslaşıyor, Farslaşıyor, Araplaşıyor, Batılılaşıyor, ama nedense kendileri kalamıyorlar ve asimile oluyorlar. Cumhuriyet dönemi boyunca herkes yerli yerinde durduğuna göre, aksini söylemek anlamsızdır.

      Allah Katında Üstünlük Takvadadır

      Yüce Rabbimiz “Ey İnsanlar! Doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Ve birbirinizle tanışmanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün olanınız, O’ndan en çok korkanınızdır. Şüphesiz Allah bilendir, haberi olandır.” (49/Hucurat: 13) ve “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun (varlığının ve kudretinin) delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için elbette ibretler vardır” (30/Rum: 22)buyuruyor. Ahmed Naim Bey’in “İslâm’da Da’vay-ı Kavmiyyet” isimli eserinde yer verdiği “Ey nas, sizin Rabbiniz birdir. Haberiniz olsun ki hiçbir Arap’ın Arap olmayan üzerinde ve hiçbir Arap olmayının da Arap üzerine, hiçbir siyahın kumral üzerine ve hiçbir kumralın da siyah üzerine fazl-u rüçhanı yoktur, meğerki takva ile ola. Şüphesiz ki Allah katında en keriminiz en çok muttaki olanınızdır” hadisi şerifi diller ve renklerin farklı olmasını; kültür ve ırk yapılarının bir yaratılış gereği olduğunu ortaya koymakta ve ırkçılığı yasaklamaktadır.

      Türkler Hiçbir Zaman Irk Ayrımcılığı Yapmadı

      Türkler de Yüce Allah’ın ve Hz. Muhammed Efendimizin bu buyruğuna uyuyor. Kendilerine saldırılmadıkça kimseye saldırmıyorlar. Talep geldiğinde adalet götürmek üzere seferler düzenliyorlar. Ama hiçbir zaman ırk ayrımcılığı yapmıyorlar. Aksine asimile olmuş, çoğu zaman kimliklerini kaybedip diğer toplumlar içerisinde eriyip gitmişlerdir. Eğer Türkler asimile olmamış olsalardı, herhâlde Türk nüfusu bir kaç yüz milyonla sınırlı kalmaz, en azından hizaya getirdiği Çinliler kadar olurdu. Türkler dünya sulhunu sağlama, adaletle hükmetme karakter ve kabiliyetine sahip bir millettir. Asaletten ziyade liyakate değer vermesi bunun delilidir. Dünya sulhunu esas alıp onu sağlamaya çalışırken nice gençlerini ve nüfusunu kaybeden Türkler, gene de bu huylarından vazgeçmediler. Her zaman iyi niyetleri istismar edildi. Onlar bunu bilseler de huylarından ve yollarından vazgeçmedi, geri dönmediler. Yüklerin en ağırını taşımaya gönüllü oldular. Dünyadaki dürüst insanlar, insanlık değerlerine sahip çıkmak istiyorlarsa, Türklere destek olmalıdırlar.

      Mehmet Dikici – NGO

      EMPERYALİST ÜLKELER SİVİL UZANTILARI VE İLERİ KARAKOLLARIYLA ÜLKELERİ İÇERDEN ÇÖKERTİR 

      Büyük güçler emperyalisttir. Emperyalist ülkeler bu özellikleri gereği sivil uzantıları ve ileri karakolları ile ülkeleri içerden çökertir; kendileriyle rekabet edemez hâle getirirler. Bunu yaparken diğer ülkelere de dost gibi görünür ve öyle davranırlar. Türkiye’ye karşı yürütülen operasyonlar da bu cümledendir. 

      Ülkemiz açısından düşündüğümüzde bütün mesele Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin toplumu yönetemez hâle getirilmesi için Türkiye’nin genişletilmiş bir operasyonla karşıkarşıya bırakılmış olmasıdır. Böylece Türklerin egemen olmadığı bir federatif devletin yasal alt yapısı, abartılmış “AB Kriterleri” denilerek ve “Demokrasi” terimi de bolca kullanılarak hazırlanmıştır. 

      Aslında bunlar süper güçlerin 1815 Viyana Kongresi kararları ve Hıristiyan dünyasında benimsenen prensiplerinin tatbikinden başka bir şey değildir. Zamanın büyük güçleri, karşılarında güçlü bir yapı istemedikleri için Almanya ve İtalya’yı parçalı hâlde tutmak, diğer taraftan da “Şark Meselesi”ni hayata geçirmek suretiyle Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamak üzere hazırladıkları plânı bu kararla uygulamaya koymuşlar; Almanya, İtalya ve Osmanlı devletleri üzerinde büyük ölçüde etkili olmuşlardır. 

      Süper güçlerin bugünkü modern imkânlarla hayata geçirdiği kurallar aslında 1815 Viyana Kongresi Kararları ile Hıristiyan Batı’nın süper güçler olarak varlık göstermeleri için başlangıç teşkil etmiş; bugünkü olayların temelleri orada atılmıştır. 

      Oysaki bilimde, teknikte büyük mesafe kaydeden İslâm ülkeleri büyük bir uygarlık yaratmışlardı ve büyük güçler olarak varlık gösteren devletler İslâm ülkelerinden oluşuyordu. İslâm âlemi zaman içinde bilim ve teknikten uzaklaşarak aklı ve düşünceyi geri plâna attıktan sonra üstünlüğü Hıristiyanlara kaptırdılar. Viyana Kongresi sonuçları da gösteriyor ki, büyük güçler denilen ülkeler artık Hıristiyan dünyasının mensuplarıydı. Büyük güç olan son İslâm ülkesi Osmanlı İmparatorluğu idi ve onun da parçalanması plânlanmıştı. İslâm ülkeleri artık üstünlüğünü tamamen kaybetmek üzereydi. 

      O günden bugüne gelişmeleri daha iyi anlayabilmek için olaylara kısaca bakmak faydalı olur. 

       1815 TARİHLİ VİYANA KONGRESİ  

      Napolyon; Fransız devrimi ve Napolyon savaşları sonrası mağlup edilip sürgüne gönderilse de Avrupa’nın büyük güçleri için hâlâ büyük bir mesele olma özelliğini koruyordu. 

      Napolyon savaşları yüzünden bozulan Avrupa’nın siyasal durumunu düzenlemek ve Avrupa’nın gelecekte alacağı durumu belirlemek amacıyla bütün Avrupa Devletleri Viyana’da 1 Ekim 1814 tarihinde büyük bir kongre topladılar. Kongreye Osmanlı Devleti hariç 90 ülke katıldı. Osmanlı Devleti’nin katılmadığı kongreyi dört büyük süper devlet, yani İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya yönettiler. Kongreye Avusturya Başbakanı Prens Meternich başkanlık etti. 

      Viyana kongresi görüşmeleri devam ederken ve henüz sonucun alınmadığı sırada Napolyon, Elbe Adası’ndan kaçarak Fransa’ya döndü ve 20 Mart 1815’te tahta oturdu.  Napolyon’un yeni hamlesi üzerine görüşmeleri hızlandırarak kendi aralarında yapmış oldukları anlaşmalar birleştirildi ve 9 Haziran 1815 tarihinde imzalandı. 

      Avrupa’nın büyük güçleri, yaşanan olaylardan sonra yeni Avrupa’yı tasarlayıp Avrupa tarihinde diplomatik esasları, milletlerarası ilişkileri düzenleyen iki antlaşma yapmışlardı. Birincisi 1648 Vestfalya Antlaşması, ikincisi 1815’te cereyan eden Viyana Kongresi’dir. 

      Viyana Kongresinden sonra ortaya çıkan en önemli fikirlerden biri Avusturyalı diplomat Franz von Metternich tarafından ortaya atılan Avrupa Uyumu (Concert of Europe) fikridir. Bu fikrin temel mantığı Avrupa’nın büyük ülkeleri tarafından Avrupa ülkeleri arasında meşru ve tek sese dayanan bir birlik kurma ideali ve Avrupa’nın mevcut yapısını koruyarak bir daha Napeoleon Savaşları’nda olduğu gibi bir anarşiye sürüklenmemekti. 

      Bu kongreyle Avrupalı devletler ortak bir diplomasi etrafında buluşmaya başlamışlardır. Avrupa’da siyasete ve diplomasiye ortak ve herkesi bağlayan bir kalıp üretme amacı günümüzde “Uluslararası Hukuk” diye adlandırdığımız sistemin de temellerini oluşturmuştur.  

      Kongrenin katkılarından biri “Güçler Dengesi” kavramının ilk defa Avrupa’nın büyük güçlerinin tamamı tarafından diplomatik bir prensip olarak kabul edilmesidir. “Güçler Dengesi” Otuz Yıl Savaşlar’ından beri devlet politikalarını meşgul eden bir staretji olsa da ilk defa Avrupa’nın bütün güçleri tarafından genel bir prensip olarak kabul edilmesi Viyana Kongresi’yle olmuştur. Birleşmiş milletler ve Avrupa Birliği’nin kökeni bu kongreye dayandığı gibi, Büyük Güçlerin “böl, yönet” fikrine de temel teşkil etmiştir. 

      *** 

      Osmanlı İmparatorluğu böyle bir konferansta Hıristiyan Batı’nın “Şark Meselesi”ni gündeme getireceğini ve hatta Balkanlarda ödün vermek zorunda bırakılacağını bildiği için katılmamıştır. Napolyon tarafından bozulan Avrupa siyasî haritasını ve güçler dengesini yeniden düzenlerken katılımcı ülkelerin özel çıkarlarının gözetileceği belliydi. 

      İngiltere deniz ticaret üstünlüğünü devam ettirmek, adasının güvenliğini sağlamak, koalisyon savaşları sırasında ele geçirdiği İspanya, Portekiz ve Hollanda’yı sömürge olarak tutmak istiyordu. Fransa ve Rusya’yı belli bir seviyede tutarak, İstanbul ve boğazlar üzerinde emelleri olan Rusya’nın güney ve batıya yayılmasına engel olmak, Avrupa’da denge unsuru gereği Belçika ve Hollanda’nın birleştirilmesi ve Almanya prenslikleri üzerinde söz sahibi olma siyasetini takip ediyordu. Gerektiğinde Rusya’ya karşı kullanabilmek için, Prusya’nın kuvvetlendirilmesine önem veriyordu. İngiltere Malta’yı ve Yeni adaları, Hollanda’ya ait olan Cope Colony’yi, Seylan’ı Honduras’ı, Guyan’ı ve Trinidat’ı, Danimarka’dan de Helgoland’ı alıyordu. 

      Prusya Ren bölgesini ve Saksonya’yı ele geçirerek Lehistan’a verdiği toprakları geri alma arzusundaydı. “Almanya’nın parçalanmış olarak kalması” bu devletlerin ortak isteğiydi. Bunu bilen Prusya, Alman Prenslikleri üzerinde nüfuzunu geliştirmek düşüncesindeydi. Prusya’nın Alman devletleri üzerinde nüfuzu artarken, Almanya ve İtalya parçalanmış vaziyete düşürüldü.  

      Avusturya, İtalya ve Almanya’da nüfuzunun güçlü bir şekilde devamını istiyordu. İleride Rusya ve Fransa’nın tehdidi altında kalmamak için statükonun kurulması taraftarıydı. Belçika–Hollanda ve Ren bölgesindeki Alman Prensleri vasıtasıyla Fransa’yı kontrol altında tutmak istiyordu. Avusturya, Prusya’nın kuvvetlenmesinden ve Almanya üzerinde nüfuz kurmasından korkuyordu. Almanya üzerindeki bu Prusya–Avusturya mücadelesi Alman millî birliğinin kuruluşuna kadar devam etti. Avusturya, kuzey İtalya’ya da yerleşmek istiyordu. Bunun birinci sebebi Fransa’yı kontrol altında tutmak, ikincisi de İtalya’yı dağınık bir hâlde tutmak suretiyle buranın kuvvetlenmesini önlemekti. Avusturya, İtalya ve Almanya üzerindeki nüfuzunu devam ettirmeyi başararak söz sahibi bir devlet oldu. 

      Rusya’nın niyeti, Polonya’ya yerleşmek ve ondan sonra da Osmanlı İmparatorluğu’na dönmekti. İngiltere ve Avusturya’nın istekleriyle çatışan Rusya, Varşova Büyük Dükalığı ile eski Lehistan’ın tamamını isterken Prusya’nın Avusturya karşısında Alman Konfederasyonu üzerinde nüfuzunun geliştirilmesini destekliyordu.  

      Kongre kararları ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu başta olmak üzere İngiltere, Rusya, Prusya ve bunlara Fransa’nın da katılmasıyla beş büyük devletten oluşan yeni bir Avrupa güçler dengesinin temeli atıldı. 

      Kongrede alınan kararlar Osmanlı’ya karşı hep çifte standartlı uygulandı. Balkanlar’da Fransız İhtilali’nin etkileri her geçen gün arttı. Avrupalı devletler de bu etkinin yayılması ve Hırıstiyan toplulukların Osmanlı’dan ayrılması için elinden geleni yaptı. Viyana Kongresi’nde ortaya çıkan Şark Meselesi Osmanlı Devleti’nin en büyük sorunu oldu. 

      *** 

      Viyana Kongresinde bir araya gelen ve zamanın büyük güçlerini oluşturan dört büyük devletin çıkarları birbiriyle çakışıyordu. Avusturya–Macaristan, Rusya, Prusya ve İngiltere yapılacak olan anlaşmayı kendi çıkarlarına göre düzenleyip diğer temsilcilere onaylatmak çabasındaydılar. 

      İngiltere, Fransa ve Rusya’yı belli bir seviyede tutarak, İstanbul ve boğazlar üzerinde emelleri olan Rusya’nın güney ve batıya yayılmasına engel olmak, Avrupa’da denge unsuru gereği Belçika ve Hollanda’nın birleştirilmesi ve Alman prenslikleri üzerinde söz sahibi olma siyasetini takip ediyordu. 

      Fransa’ya karşı birlikte hareket eden İngiltere, Avusturya, Rusya ve Prusya devletleri, Napolyon’un siyasetten çekilmesinden sonra kendi çıkarları doğrultusunda hareket ederek birbirlerine düştüler. 

      Avusturya’nın asıl başarısı Almanya’yı yine dağınık bir hâlde tutabilmesiydi. Napolyon’un 1806’da kurmuş olduğu  Ren Konfederasyonu, 38 devletten oluşan Germen Konfederasyonu hâline getiriliyor; bu konfederasyonun başkanlığı Avusturya’ya veriliyordu. 

      İtalya’da ise; Sardunya Krallığına, Nice, Savoie ve Cenova cumhuriyetinin toprakları katılarak Fransa’nın güneyinde kuvvetli bir devlet meydana getirildi.  Modena ve Toskana dükalıklarının başına da Avusturya prensleri getirildi ve Napolyon’un  ikinci karısı ve Avusturya İmparatorunun kızı Marie Louise’e de Parma Dükalığı verildi. Bu suretle Avusturya’nın İtalya’daki nüfuzu daha da artmış oluyordu. Papalık Devleti yeniden kuruldu. 

      Prusya’nın Alman devletleri üzerinde nüfuzu artarken, Almanya ve İtalya parçalanmış vaziyete düşürüldü. 

      İngiltere, Avusturya-Macaristan, Rusya, ve Prusya çıkarları doğrultusunda Avrupa’nın siyasal haritasını yeniden düzenlerken hak ve hukuk tanımadılar. 

      Viyana Kongresinden sonra Rus Çarı 1. Aleksandr’ın teklifi üzerine Prusya, Avusturya ve Rusya hükümdarlıkları Hıristiyanlık adına birleşerek din kardeşi olmak, nerede çıkarsa çıksın devrimin başını ezmek için 26 Eylül 1815’de Mukaddes İttifak Antlaşması yaptılar. Bu antlaşma daha ziyade Hıristiyanları biraraya getiren bir beyanname niteliğindeydi. 

      Yeni Avrupa statüsünden Almanlar memnun olmadı. Alman gençliği ve üniversiteli liberaller ayaklanmalara öncülük ettiler. Bunu bastırmak için dörtlü ittifak 7 Ağustos 1819’da Karlsbad şehrinde bir kongre yaptı. Bu kongreyle Alman üniversiteleri kontrol altına alınarak ayaklanmalar önlendi. 

      Büyük devletler Fransız Devrimi’nin fikirlerde yaratmış olduğu değişikliklere karşı reaksiyoner bir ittifak sistemi içinde birleşmişler, fakat bu yeni düşünce sisteminin gerektirdiği düzeni kurmaya hiç yanaşmamışlardı. Bu durum bütün Avrupa’da zaman zaman eski rejim ile “devrim” ve muhafazakarlarla liberaller arasında çatışmaların çıkmasına sebep olmuş, fakat liberalizm biraz daha mesafe almıştır. 

      Milliyetçilik; millet duygusunu bütün davranışlara kazandırmak ve her işte millî varlığın korunma ve geliştirilmesi gayesini gütmektedir. Milliyetçilik akımının esası millî bağımsızlığı kazanmaktır. 

      Sosyalizm akımı da kaynağını liberalizm ve milliyetçilikten alır. 1930’lardan sonra Avrupa’da liberal ve milliyetçilik akımlarını güçlendirmekle birlikte işçi sınıfının ideolojisi oldu. 

      İktisadî faaliyetlerini merkezi plânlama ile tanzim etmeyi hedefleyen sosyalizmde toplumun menfaati her şeyin üstündeydi. Bu sağlandığı zaman işsizlik, sosyal adaletsizlik ortadan kalkacaktı. Kapitalizme bir reaksiyon olarak ortaya çıkan sosyalizm temel prensipler itibariyle kapitalizme ters düştü. Sanayileşme neticesinde toplumda meydana gelen işsizlik, düşük ücret, kadın ve çocukların fazla çalışmaları, ekonomide gelir dağılımının adaletsizliği kapitalizmden kaynaklandı. Bu aksaklıkları gidermek isteyen işçiler arasında sosyalizm bir ideoloji hâlini aldı. 

      Rusya, Finlandiya’yı; İsveç, Norveç’i alıyordu. Prusya Posen bölgesini, Saksonya’nın önemli bir bölümünü, Ren’in batı kıyılarını alıyordu. Avusturya da topraklarını genişletiyordu. Belçika Hollandayla birleşerek Niederland adlı bir devlet oluşturuyordu. Almanya otuz sekiz devletli Germen Konfederasyonundan oluşacaktı. 

      İtalya parçalanıyordu, esir ticareti yasaklanıyordu, bunun uygulanması taraf devletlere veriliyordu; uluslararası nehirlerde ilke olarak ticaret ve ulaşım serbestisi tanınıyordu. 

      Kongre kararları gereği: 

      Fransa’nın ele geçirmiş olduğu yerlerin hepsi elinden alınmıyordu. Belçika ve Hollanda birleştirilecek ve Niederland devleti kurulacaktı. Germen Konfederasyonu kuruldu. İsveç ve Norveç Krallıkları birleştirilerek İsveç-Norveç Krallığı kurulacaktı. İsviçre; 22 kantondan meydana gelen bağımsız ve sürekli tarafsız bir devlet hâline getirildi. Avusturya, Doğu Galiçya’yı, Lombardiya ve Venedik’i alıyordu. Napolyon’un hükümetlerine son verdiği hükümdarlar ve krallar tekrar memleketlerine ve tahtlarına sahip olacaklardı. Fransa ihtilâlden önceki sınırlarına çekildi. İtalya’da hükümet kuruldu. Varşova büyük dukalığı ile Finlandiya, Rusya’ya verildi. 

      1815 Viyana Kongresini toplayan süper devletler dünyayı istedikleri gibi yönetmek üzere önemli kararlara imza atmışlardır. Bunlardan biri olan ve şehir devletçikleri şeklinde dağınık hâlde bulunan İtalya’nın ve yine 300 devletçikten oluşan Almanların bu dağınık hâllerinin devam etmesine, üçüncü olarak da Şark Meselesi diyerek diğer önemli bir karara imza atmışlardır. Bu Kongre kararlarında özellikle İtalya ve Almanya’nın dağınık hallerinin devamı, bütünlüğünü sürdüren Osmanlı Devleti’nin parçalanması amaçlanmıştır. 

      Avrupa’nın büyük devletleri, Viyana Kongresi kararlarını yürütmek amacıyla, iki ayrı ittifak kurdular. Rusya, Avusturya ve Prusya arasında  “Kutsal İttifak” İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya arasında “Dörtlü İttifak” (1815) yapılmıştır. İngiltere’nin “Dörtlü İttifak”tan ayrılmasıyla çözülme başladı. Bunun arkasından Osmanlı Devleti’nde Rum İsyanı çıktı. Meternich, Osmanlı Devleti antlaşmaya dahil olmadığı hâlde, Rum isyanının beraberce bastırılmasını teklif etti. Buna karşılık Rusya ve Fransa, Rumlara yardım ettiler. İngiltere de onlara katıldı. Navarin’de Osmanlı donanmasını yakarak kendi prensiplerini kendileri yıktılar. 

      Viyana Kongresi ile sırf siyasal emel ve istekler üzerine kararlar verilmiştir. Bu kararlar gereği 1870’lere kadar İtalya ve Almanya’nın birliğinin sağlanması engellenmiştir. Bu arada  zamanın süper güçleri Osmanlı Devleti’nin parçalanması için ellerinden geleni yapmışlardır. Bu büyük bir mücadeleyi gerektirmiş; İtalya ve Almanya birliğini sağlamış, güçlenmiş, Osmanlı Devleti parçalanmıştır. 20. yüzyılın başında, Osmanlı da dâhil olmak üzere, geleneksel imparatorlukların (Avusturya-Macaristan, Rusya, Prusya) sonu gelir. Osmanlı Devleti paylaşılan konumdadır. 

      *** 

      Eskiden Dünyaya hükmeden büyük güçlerin sayısı fazlaydı. Günümüzde azalmıştır. 

      Dünya üzerinde hakimiyet kurmuş olan bu güçler zaman zaman değişse de hedefleri ve taktikleri değişmez, benzer usul ve esasları benimsenip uygulamaya çalışırlar. Bu eşyanın tabiatı gereğidir: Böl ve yönet! 

      Bu amaçla yapılan uygulamalar zamanımızda daha modern usullerle yapılmaktadır. Bilim ve teknikteki ilerlemeler kullanılacak araçları artırmış, yabancıların ülke içinde istedikleri gibi at oynatabilecekleri şekilde işlerini kolaylaştırmıştır. 

      Emperyalizme karşı verdiği haklı mücadeleyi başarıyla tamamlayıp Millî bir devlet kurduğu gibi mazlum milletlere de örnek olan Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’si, onun vefatından sonra koyduğu esaslar dikkate alınmadığı için, büyük güçlerin etkisi altına girmiştir. Özellikle Batı, yetiştirip ülke içine soktuğu işbirlikçileri, içte ve dışta kurduğu ve kurdurduğu sivil örgütlerle devleti ve toplumu etkisi altına almıştır. 

      İlk iş olarak toplumu ayrıştırmıştır. Emperyalizme karşı mücadele verdiğini iddia eden ve Atatürkçü söylemlerle ortaya çıkan solu teşkilatlandırmış ama onu materyalist ve komünist düşünce ve ideoloji ile ortaya çıkarırken onların içine bölücüleri de katarak ve hatta onları daha etkili hâle getirerek yaptıkları eylemlerle halkın gözünden düşürmüş, milliyetçileri ve milleti karşılarına almalarını sağlamıştır. Onları emperyalizme ve aynı zamanda millete karşı hâle getirmesi sayesinde birbiriyle çelişen böyle bir ideoloji ülke ve millet hayrına olmamış, büyük güçlerin tam da istediği sonuçlara götürecek eylemler yapmaları sağlanmıştır. 

      Emperyalizme karşı mücadele veren ve mazlum milletlere örnek teşkil eden Atatürk, bölücülerce sahiplenilmiş görününce, milliyetçiler de bu karmaşa içinde bu alanda pasif kalmışlardır. Milliyetçi ve maneviyatçı olmakla beraber, bu şartlar altında doğal olarak millete karı olan bu ideolojiye Milliyetçiler de vaziyet almışlardır.  

      Aslında asıl söylemleriyle Atatürkçü ve emperyalizme karşı çıkan bu grupların aynı hedefe yönelmeleri gerekirken, büyük güçlerin plânlı çalışmaları ve yönlendirmeleriyle birbirleriyle çatışır hâle getirilmiştir. Büyük güçler dağıttıkları dolarlarla, maddî ve manevî desteklerini esirgemeden kurdukları sivil örgütlerle hedeflerine kolayca varmışlardır. Bu örgütler devletin ve toplumun her noktasına ulaşıp etkili olmuşlardır. Eş zamanlı olarak öğrenciler çatıştırılmış, bu çatışmalar içinde etnik ve mezhep farklılıkları ön plâna çıkarılarak körüklenmiş, sağladıkları böyle bir ortamda toplumun akıl ve izanla hareket etme imkânı kalmamıştır. 

      Emperyalistler parçalamak istedikleri ülkelerin içinde faaliyette bulunan millî karakterli teşkilatları bile böylece kendileri için tehlike olmaktan çıkarmakta nötr hâle getirebilmektedir. 

      Emperyalist güçlerın taktikleri bazen eskir ya da etkisizleşir. Bu sefer değişikliğe giderler. Nitekim sağ sol çatışması güncelliğini kaybedince, yeni çatışma ortamı yaratılmıştır. Daha da ileriye gidilerek bir zamanların kanlı bıçaklıları bile aynı düşünce etrafında birleştirilmiştir. 

      Böylece dinsel hukuk esaslarının uygulanmasını isteyenlerle, istemeyenler bir araya geliyorlar ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin değiştirilmesini birlikte öneriyorlar. Bu dayanışmalarını da, “özgürlüklerin ve demokrasinin genişletilmesi” için eylem ortaklığına, “çokkültürlülük” esasına dayalı siyasî yapılanma gereğine oturtuyorlar ve halka bunu “hoşgörü” olarak yansıtıyorlar. 

      Bütün bu bölücü ve ayrımcı eylemlerin şuurlu ve plânlı bir şekilde yürütülmesinin başlangıcı ve dayanağı olan Viyana Kongresi kararları ve onun devamı olan ve ülkemizi parçalayarak Sevr’in hayata geçirilmesi amacına yönelik olmuş ve öylece hız kesmeden sürdürülmüştür. 

      Büyük güçlerin bu plânları uzun vadelidir ve herbiri elli yıllık yüz yıllık olduğu için de dikkat çekmeden sinsice işlemektedir. Onlarca yıl öncesi bir yana, yakın geçmişte yaşanmış olan uluslararası olaylar gösteriyor ki; ABD’nin hiçbir senaryosu kısa süreli olmamıştır ve her şeyin bir sırası, bir ön aşaması ve olgunluk düzeyi vardır. Şartlar sağlandığında son darbe vurulur. 

      Bu plânlar kendi ülkeleri organları tarafından bilinmekte ve desteklenmektedir. Dışarda, yani hedef ülkelerin içinde yapılan faaliyetler ve ortamların hazırlanması görevi NGO’lara verilmiştir. 

      Bu çalışmalarla ilgili olarak ABD ile sivil örgütler arasında oluşturulan paralel bağlar ve CIA ile olan ilişkileri ortaya çıkaran Savcı Danilo Anderson, silâhlı saldırı sonucu öldürülmüştür. Bu ülkelerde kurumlar devlet yararını gerektiren görevleri yapmakta tereddüt etmemektedirler. Gerektiğinde işlerine çomak sokan savcıları, hattat Harding ya da Kennedy gibi devlet başkanlarını bile öldürebilmektedirler. 

      Hedef ülkelerin içine sızan bu örgütler “Think-tank”, “düşünce topluluğu”, “atölye çalışmaları”, “proje”, “yuvarlak masa toplantısı”, “bilimsel konferans” “NGO” ve “Sivil toplum örgütü” adlandırmaları ile bir büyük ağın düğümlerini oluşturmaktadırlar. 

      ABD ve Batı Avrupa devletleri egemenliklerini gizliden değil, alabildiğince açıktan pekiştiriyorlar. Bunu yaparken kurdukları ya da kurdurttukları dernek ve vakıflar aracılığıyla toplumun bütün kesimlerini örgütlüyor, yasa değişikliği çalışmalarını yönlendiriyor ya da yasa tasarılarını kendileri kaleme alıyorlar. Ülkeyi yönettiğini sanan devletin kurumlarına, “reform” için para veriyor ve değişiklikleri kendi bildiklerince yönlendiriyorlar. 

      1982’de ABD Başkanı Reagan tarafından “Project democracy” olarak konulan operasyon Doğu Avrupa’yı çözmüştü. 

      Emperyalizme karşı verilen büyük bir mücadele ile kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, bu hâle gelmesi ve onun lideri Atatürk’ün çizgilerinden sapmasının sebeplerini anlamak zor olmasa gerek! 

      Farklılıklarımız zenginliğimizdir” diyerek başlatılan hareket, etnik azınlık isteklerine yükseltildi. “Türban” özgürlüğü örgütlenmesiyle ve eylemlerle birlikte kurumların ve toplumun tepkileri ölçüldü. Operasyonlar her kesimi T.C.’nin yasallığına karşı birleştirdi. Bunları yapanların derdi “Türban” falan da değildi. Onlar kendi hedeflerine yürürken bunları işlerine yarayan önemli araçlar olarak kullandılar. Şeriat görünümlü uygulamalar halkın desteğini almaya yöneliktir. Propaganda amaçlıdır. Her şeyi araç olarak kullanmak onlar için mubahtır. 

      Algı yönetimi sayesinde ülkede yaşayanların düşünce sistemleri ele geçirilip demokratik kitle örgütleri yok edilirken, birkaç seçme kişinin kurduğu dar üyeli dernekler toplumsal muhalefeti, güdümlü medya ve devlet yöneticilerinin desteğiyle gütme yeteneğine kavuşuyorlar. 

      Eskilerde “casusluk” olarak sayılan uygulamalar artık “demokrasi için ortak çalaşma”  adı altında kolayca özümsenebiliyor. Başkentte şube açabiliyorlar. Zamanı geldiğinde harekete geçip merkezi devleti ele geçirecek olan gençlik ve resmî kurumlardaki örgütlenmeler için büyük paralar harcıyorlar. Bu uygulamaların acı sonuçlarını yakın zaman önce yapılan kalkışma eyleminde gördük. 

      Ustaca yürütülen bu yönlendirme operasyonlarının aktörlerinin geçmişlerine baktığımızda, onların çoğunun istihbarat örgütü elemanı, dışişleri görevlisi olarak kirli operasyonları yönettiklerini, ülkeleri kana bulayan eylemlere destek verdiklerini görebiliyoruz. 

      Büyük güçlerinin organize ettiği ittifaklar ve dostluklar da onların gayelerine hizmetten öte geçmez. Onlar, menfaatleri söz konusu değilse çöp bidonlarını dahi kullanmanıza izin vermezler. 

      Yardım adıyla ya da ortak savunma için parası ödenerek alınan mallar, Türkiye’nin ulusal çıkarları için kullanılamaz. Satın alınan malların ambalajı olan boş bidonların ihtiyacı olanlarca kullanılmasına izin verilmemiş, onların da yardım statüsünde sayıldıklarını, ABD’nin onayı alınmadan kullanılmayacağını bildirmişlerdir. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiyesi, artık itildiği karanlıkta debelenmekte, Kurtuluş Savaşı vermiş bir ülkenin çocukları ABD’nin dümen suyunda çırpınmaktadır. Hâlâ Türkiye’yi biz iyi yönetiyoruz iddiları yapılabilmektedir. 

      Oysa ulus devletler, dünya egemenliğinin önündeki en büyük engeldir. Kendi topraklarının kullanımına ve iktisadî ortamına dışardan yapılacak etkileri ve dış siyasetlerinin doğrudan yönetilmesini ve bu yönde yapılacak girişimlerini engelleyebilirdi. Ancak öyle olması gerekirken sürekli yanılmakta, olan bitenlerden ders almamaktayız. 12 Eylül darbe gecesi Başkan Jimmy Carter’a “Bizimkiler idareyi ele aldılar” dendiğini duyduğumuzda da daha sonra yaşadıklarımızla da akıllanıp kendimize gelemedik. 27 Mayısta, 12 Eylülde, 12 Martta ve 15 Temmuzda da ABD vardır. Rusya’nın dağılışı sonrası ABD Başkanı William Jefferson Clinton, Yeltsin’e iktidara gelmesinde paylarının bulunduğunu hatırlatmıştır. 

      Ülkenin emperyalistlerin örümcek ağına yakalanmasında bilerek ya da bilmeyerek yer alanlar onların asıl niyetlerinden haberdar olmayabilirler. Ancak iyi niyetli iseler o örgütlerin de ihtiyatlı davranmaları gerekirdi. Sokaktaki sade vatandaşın bile düşünebildiklerini onların düşünememiş olmaları iyi niyetle izah edilemez. 

      Büyük güçler amaçları doğrultusunda kullanacakları kişi ya da örgütleri beyin temizleme, beyne yeni algılama düzeneği yerleştirme, örgütleme, kimlik oluşturma ve eyleme geçirme sürecini önceden belirledikleri adımlarla plânlarına dahil ediyorlar, emeller böyle gerçekleştiriliyordu. Bunları nasıl yaptıkları kısaca şöyle sıralayıp anlatmak mümkündür: 

      Kamuoyu oluşturucularına yönelik olarak masrafları karşılayarak, konferanslara çekerek, 

      Helsinki Yurttaşlar ve Ortak Zemin Merkezleri örgütlemek ve şartlar olgunlaştıkça insan hakları dernekleri ve benzeri örgütlenmelerin kurulmasıyla, 

      Propaganda amaçlı olarak bilimsel ve magazin içerikli, insan hakları ilkeleri üstüne yayınların sürdürülmesi için basın ve yayın organlarının devereye sokulması. İnsan hakları ihlâlleri yaratılıp sürecin hızlandırılmasıyla, 

      Casuslar yerine yayın muhabirleri ile bilgi edinmek için eğitimle, 

      Toplumsal ve bilimsel konferansların çoğaltılması, bu amaçla derneklerin kurulmasıyla, 

      İşadamı dernekleri, sendikaların kurulması, içlerine bilim danışmanlarının sızdırılmasıyla, 

      Medya ve muhabir ağıyla eksik ve yanlış bilgilendirme ile kitlelerin yönlendirilmesiyle, 

      Etnik ayrılıkları güçlendirmek için, yerel tarih, yerel kültür araştırması adı altında en eskiye özlem yaratılmasıyla, 

      Kitlelerin akıl denetimlerini ele geçirmek üzere yoğun propaganda ve yanlış bilgilendirmeyle tarihsel devlet kurumlarının ve etnik sürtüşmeleri önleyen geleneksel kurumların yıpratılması, yeni kimlikli topluluklar yaratılmasıyla, 

      Devlet egemenliğinin zayıflatılması, topluma aşağılık duygusunun yerleştirilmesiyle, 

      Para piyasalarının dışardan gelen uluslararası vur-kaç tefecilerine sonuna kadar açılmasıyla, 

      Kritik dönemlerde yerel sanayicilerle ve üreticilerle konferans, sempozyum adı altında doğrudan ilişkiye geçerek, devlet merkezine karşı güvensizlik aşılamakla, 

      Yerel işadamı örgütlerinin ve ilişki bürolarının kurulması, başına buyruk, devlet denetiminden giderek uzaklaşan  “serbest ekonomi” ve  “Sebest Pazar” düzeninin kabul ettirilmesiyle, 

      Ulusal sanayinin yıkılması.ulusal madenciliğin, doğal yakıt üretim kaynakları işletmeciliğinin ulusal egemenlik alanının dışına çıkartılmasıyla, 

      Orduların ulusal savunma kimliğinden çıkarılmasıyla, 

      İnanmış örgüt liderlerinin yetiştirilmesiyle, 

      Ulusal bunalımların yaratılmasıyla, 

      Ulusal üretim birimlerinin ele geçirilmesi, yaratılan iktisadi bunalımlar sonucunda, ağır sanayi işletmelerinin, enerji ve iltişim kurumlarının “özelleştirme” adı altında yabancı şirketlere yok pahasına devredilmesi, bağımsızlığı pekiştirecek büyük projelerin önlenmesi, belediye hizmetlerinin yabancı şirketlere devredilmesiyle, 

      Silahlı gücün zayıflatılmasıyla, 

      Devlet yönetiminin kargaşayla ele geçirilmesi. Halkı ikna edici etnik çatışmaların düzenlenmesiyle, 

      Çokkültürlülük” propagandasıyla toplumsal ortak kültürün temellerinin yıkılmasıyla, 

      hedeflerine varmayı plânlamış ve uygulamışlardır. Hâlen de aynı uygulamalar devam etmektedir. 

      Ülke içinde emperyalistlere uşaklık edecek olanlar satın alınıp eğitilirken, dışarıda da ülkeleri parçalayacak şekilde algılar yaratılıp bölge ülkelerinde kabul görmeleri sağlanmıştır. “Büyük Orta Doğu Projesi”, “Eş başkanlık”, “Arap baharı” sloganlı istenen algıyı yaratmakta etkili olmuştur. Kimyasal silahlar kullandığı iddiası ve iftirasıyla Irak’a saldırılmış, Arap ülkeleri “Arap baharı” söylemiyle karıştırılarak Orta Doğu’nun parçalanma projesi uygulamaya konulmuştur. Emperyalist ler bölgenin enerji kaynakları üzerine otururken, bölge halkı acı, yokluk, açlık ve sefaletin kucağına bırakılmıştır. 

      Gerçek niyetler ortalara dökülmüş ve aleni hâle gelmiştir.  Kazanan büyük güçler, kaybeden ülkeleri parçalanan ve harabeye dönen masum insanlardır. Bütün bu olup bitenlerden ders almayıp emperyalistlerin dümen suyunda yürümek ancak işbirlikçilerin yapabileceği iştir. 

      Hıristiyan Batı her zaman ve hâliyle kazançlı çıkıp güçlenirken aksine İslâm âlemi bölünüp parçalanmakta, güç kaybetmekte ve hep kaybeden taraf olmaya devam etmektedir. 

      İki yüzyıl önce Hıristiyan Avrupa’yı dizayn edenler, İslâm ülkelerini parçalayarak güçlerini sıfırlamakta, bütün dünyayı yönetmek üzere hamlelerini peşpeşe sıralamaktalar. Hedeflerine varmak için, Türkiye dışında engel gördükleri güçlü bir İslâm ülkesi kalmamış görünmektedir. Türkler tarihte zor görülen büyük işleri defalarca başarmışlardı. İsterlerse, kararlı davranırlarsa gene başarabilirler. “Tarih tekerrürden ibarettir. 

      Hıristiyan Batı’nın “böl, yönet” plânlarının gerçekleşmesini önlemek için, özellikle devlet adamlarımızın, siyasi partilerimizin ve sivil toplum örgütlerinin, eğer iyi niyetliyseler bütün bu olup bitenlerden ders almaları ve acilen kendilerine gelmeleri gerekir. Meseleleri kendi ülkemiz ve devlet adamlarımız açısından düşünürsek, diyebileceğimiz tek söz Bilge Kağan’ın deyimiyle: “Ey Türk titre kendine dön! 

      Mehmet Dikici – Türk Milletinin Erdemleri ve Evrensel Değerleri

       

       

      Milletler faziletlerle yaşarlar, rezaletlerle yıkılırlar. Tarih denizinde yüzen devlet gemisini istenilen yöne çevirmek, denizi tanımak ve tarih dümenine iyi sarılmakla mümkündür. Hayatlarından kahramanı, fedaisi, fazılı, âlimi, arifi kaybolmuş milletler, her ne kadar varlık ve dirlik içinde olsalar dahi, bir ruh ve maneviyat çıkmazında boğulup, menfi ve yıkıcı bir enerji haline gelirler. Dünyanın hangi döneminde olursa olsun Allah’ın ezeli ve ebedi ilmine sahip köklü bilgi sahibi Rasih âlimlerden ve “Boyumuzun Işığı” manevi danışmandan mahrum kalmış cemiyetler, kaptanı ve dümeni olmayan bir gemi gibi, hayat ummanında kaybolmaya mahkûmdurlar. Bu erdemli kaptan ve idareciler, asırlar boyu Türk Milletinin saadetine ve dünya insanlığını mutluluğuna vesile olmuşlardır.

      Yaratıcı ve Aksiyoncu İki Deha

      Hayatın yükünü yaratıcı ve aksiyoncu iki deha taşır. Osmanlı Cihan Devleti’nin kuruluşunda, Şeyh Edebali Hazretleri ve Osman Bey’in taşıdığı gibi. Milletler var olmanın zevkini Veli ve Deli-Dolu Divanelerin açtığı yolda yürüyerek tadar. Yaratıcı deha; ideyi (fikir ve düşünceyi) bulur, ortaya çıkarır. Aksiyoncu deha ise; bu ideyi alır, teşkilatçı ve yönetici kudretiyle şekillendirip hayata mal eder. Fikir üreten yaratıcı deha, sürekli akan bir nehirdir. Teşkilatçı deha da bu nehre kanal, ark açar taşıp bendini yıkmasını ve kendini işe yaramaz hale getirmesini önler. Onlara olan ihtiyaç, yalnız eski devirlerin tarihi ve ananevi bir alışkanlığı değil, insan tabiatının geçmişte olduğu gibi, bugün de yarın da vazgeçilmez ihtiyacıdır. Bu idrake yalnız biz Türkler değil, bütün insanlık âlemi muhtaçtır. Onun için de beşeriyet, farkında olsun veya olmasın, bu ihtiyaçla kıvranmakta ve onu ters istikametlerde araması yüzünden de ele geçirememektedir.

      Çağın Hastalığı Sevgiden Mahrumiyet

      Ne yazık ki; bugün dünya bir fikir koması içinde bulunmakta ise de, şuurlarıyla alakalarını kesmiş bütün hastalar gibi, bunun farkında değildirler. İktisadi krizler, siyasi, askeri ve içtimai buhranlarla, manevi çöküntü ve kültür yetersizliğiyle temelleri sallanan cemiyeti ele alıp ondan taze, sağlam ve yepyeni bir “terkip”meydana getirmek, ümidi ve dayanağı kaybolmuş toplulukları ruh sağlığına eriştirmek, değme kahramanın başaracağı bir mücadele değildir. Zira günümüz insanı, madde ve teknikteki bütün fetihlere rağmen “kendinden habersiz” bulunmakta ve derin bir arayış içinde kıvranmaktadır. Bir sevgisizlik bir faziletsizlik bir güvensizlik ve bir gönülsüzlük buhranı her yanı sarmıştır. Madde, korkunç bir gösteriş, şekil ve riya saltanatı kurmuş, fakat bu saltanat insan yaradılışındaki samimiyet ve öze duyulan hasleti öldürememiştir. Çağın bu hastalığına, kestirmeden bir ifadeyle “aşktan mahrumiyet” illeti diyebiliriz. Mistik tefekkürün ana kavramlarından biri olan aşk; güzele, iyiye, ölümsüz ve sevgiye dayalı olan bütün değerlerin sembol adıdır.

      Hak Dostlarının Gönül Evi Manevi Sığınak

      İnsanlık tarihine bir göz attığımız zaman, ümidi ve dayanağı kaybolmuş, imanını ve ahlakını kaybetmiş, idari, içtimai ve iktisadi buhranlarla ağızlarının tadı kaçmış, dayanaklarını ve hayat garantilerini kaybetmiş topluluklar, pek tabii ki başlarını sokacakları manevi bir sığınak, gölgesinde teselli bulacakları bir Gönül Şemsiyesi ararlar. Şu bir gerçektir ki, Hak Dostlarının Gönül Evi, bütün kesimlerin sığınağı ve barınağıdır. Bu manevi alanda insan insanla kaynaşıp “ben” olmaktan çıkar, “biz” haline gelir. İnsanları Gönül Dostlarına doğru çekip bağlayan tılsım nedir, diye sorarsanız şunu söyleriz: İnsanların cazibe merkezi olan Erenler de, kitlelerin hasta, yaralı ve mustarip ruhlarına şifa vermekte, donup katılaşmış yüreklerini ısıtıp yumuşatmakta kullandığı metodun, hareket ve vusul noktasının “sevgi” olduğunu görüyoruz. İşte insanları cezbeden “tılsım” bu sevgidir. Çünkü onlar, maddi-manevi illetlerin devası olarak aşkı tanımakta ve onun lezzetini tattırmaktadırlar.

      Gönül Müslümanlığı ve Aşk Ahlakı

      Hakikatleri insanların hür iradesine sunarak, gönüllere hitap eden Mana Erleri, hiçbir zaman insanları körü körüne inanmaya zorlamamışlardır. Kitleleri düşünmeye, duymaya ve bilhassa kendi kendisiyle hesaplaşmaya sevk etmiş, böylece de, insan enerjisini bütünüyle harekete geçirmesini bilmişlerdir. Yeryüzüne Hakk’ın bir Muhabbet Armağanı olarak gelmiş olan Önder Zatların Eseri, onların kitapları değil, bizzat kendileridir. Kitleyi mayalayan, yükselten, bir fikir ve ruh asaletine götüren, irfan ve aşkla üstünlük ve olgunluk kademelerine çıkaran bizzat rehberliğidir. Bir vicdan ve iman terbiyecisinin okşayıcı müdahalesi olmadan, hayvani zaafların kisve değiştirip, yüksek vasıflar ve faziletler haline gelmesi asla mümkün değildir. Türk Milleti, tarihi ve evrensel olan bu gerçeği idrak ederek, “Milli Tarih Şuuru”na sahip olmuş, günlük hayatını tasavvufun engin aşk ikliminde geçirmiştir. Güzel ahlaka dayanan İslam’ı, dini kurallar manzumesi olarak değil, bir muhabbet halesi olarak görmüş, Allah, Peygamber ve Evliya sevgisi üzerine tesis etmiştir. “Gönül Müslümanlığı” da dediğimiz Türkün Müslümanlık Anlayışının en belirgin vasfı budur.

      Türkleri Yücelten Değerler

      Türkler tarihin en eski milletlerinden biridir. Ona isim olarak verilen Türk kelimesinin eskiliğine şüphe yoktur. Ancak Türk tarihi ile ilgili kaynaklar genellikle yabancılar elindedir. Doğal olarak Türk kelimesini kendi alfabelerinin kurallarına uygun olarak yazdıkları için, bugünkü şekliyle karşımıza çıkmamaktadır. Ancak Orhun Abideleri gibi kendi yazılı kaynaklarımıza ulaştığımızda bugünkü şeklini görebilmekteyiz. Türk isminin her milletin alfabesinde farklı yazılış şekli vardır. Doğrudan Türk sözcüğü şeklinde çıkışı nispeten yeni sayılır. Türkler, en eski ve büyük bir millet olmaları sebebiyle erken zamanda uygarlık seviyesine ulaşmış ve insanî davranışları gelişmiştir. Yönetimleri altındakilerin etnik kökenleri ve inançlarına saygılı, hoşgörü sahibi bir millettir. Bu sebeple de insanî olmayan bir Batı değeri olan ırkçılık ve benzeri olumsuz davranışı olmamıştır. Türklerin dili Türkçedir. Türkçe, onu inceleyenlerin ifadesiyle; “Âlimler oturup özel olarak hazırlamışlar” dedirtecek mükemmelliktedir.

      Türklerin Bencil Olmayan Evrensel Ülküsü

      Türkler de diğer milletler gibi inanç sahibi bir millettir ve putperest olmamıştır. Söylenenin aksine Şamanist de değildir. Çeşitli dinlere girip çıktığı olsa da genel olarak Gök-Tanrı dinî inancını benimsemiştir. Son olarak, inancına yakın hissettiği İslâm dinini benimsemiş; bu sebeple İslâmiyet’i seçmesi kolay olmuş, onda karar kılmıştır. Türk toplumunda Batılılarda ya da diğer milletlerde olduğu gibi sınıf ayrımı söz konusu olmamış; bu yönüyle, onun için “sınıfsız millet” deyimini kullananlar olmuştur. Türkler gemileri karada, atları denizde yürütme becerisini göstermiş, yüksek cesaretli kahraman bir millettir. Türkler yüksek ahlâkî değerlerin sahibi, faziletli bir millet olarak, bencil olmayan ülküsü ile ‘Dünya Nizamı’nı amaçlamıştır. Türk toplumunda her zaman yardımlaşma ve dayanışma esas olmuştur. Mükemmel denilecek şekilde uygulamasını gördüğümüz vakıflarıyla sosyal yardımı kurumlaştırmıştır. Türklerin dirlik sistemi adını verdikleri farklı bir toprak düzenleri olmuştur.

      Sömürgeci Batı’dan Katliam ve Soykırım

      Bütün bu insanî özellikleri hayatlarının parçası yapmayı başaran Türk milletinin aksine, emperyalist ya da sömürgeci karakterli milletler, insanlığı sömürmeyi esas gaye edinmişlerdir. Önce Afrika, sonra da Hindistan üzerindeki emperyalist ve sömürgeci uygulamalardan tecrübe kazanan ve yeni kıtalara yönelen Batı, keşfettiği Amerika’da yerlilerin beklenilmeyen direnciyle karşılaşınca büyük bir katliama yönelmiştir. Diğer ülkelerde ve sömürgelerde insanları kontrol altına alma, kültürel değişime ve asimilasyona tabi tutma daha kolay olurken, yerli halkın direnişi plânlarını bozmuştur. Çözümü şiddet uygulamakta gören sömürgeci fatihler katliama yönelmişler ve soykırım uygulamışlardır. Hindistan’da, Asya’nın diğer yerlerinde ve Afrika’da iyi kötü ülkesiyle, toplumuyla birer millet kaldığı hâlde, koskoca Amerika’da yerliler tamamen ortadan kaldırılmıştır. Kalanlar da kapalı bölümler arkasında tecrit edilerek kendi hallerine yok olmaya terk edilmişlerdir.

      Batı Hıristiyanlığın Arkasına Sığınmakta

      Batı’nın emperyalist ve sömürgeci politikalarını sürdürmelerini sağlayan Hıristiyan din adamlarının, birer ileri karakol olarak kurdukları dinî müesseselerin hizmetleri, Haçlı Seferleri olarak tarihî belgeler arasında sıkça rastlanılan şeylerdir. Batı, Hıristiyanlığı, özellikle de Türklere karşı saldırılarda kullanacağı gücü toplamak amacıyla kullanmıştır. Bu gücü bugün de kullanmaktadır ve her zaman kullanacaktır. Türkiye’nin AB’ye kabul edilmeyişi de bu düşüncenin bir sonucudur. Batı, Hıristiyanlığın arkasına sığınmakta, ondan güç alarak emellerine ulaşmaktadır. Benzer uygulamayı samimi Müslüman dindarlar dışındaki İslâmcılar da yapıyor. Çünkü Batılılar Hıristiyanlıktan nasıl yararlanıyorlar, gücünü kullanıyorlarsa, radikal ve siyasi İslâmcılar da İslâmiyet’in sağladığı güçten yararlanıyorlar. Çünkü İslâmiyet onlar için önemli değildir; önemli olan kendilerine kazandırdığı güçtür.

      Türkler Sömürgeci Bir Millet Olmamıştır

      Türkler, Batılı milletlerin aksine ırkçı, emperyalist ya da sömürgeci bir millet olmamıştır. İslâm inancını benimseyen Türkler, insanî değerlere en geniş şekliyle yer vermiş, ona sahip çıkmış, uygulamalarıyla da yaşanan gerçekler hâlinde hayata geçirmiştir. Aslında Batı, insanî düşünce ve duyguları sadece düşünce bazında ele almış, söylemiştir. Oysaki Türkler, bunları hayatlarının birer parçası hâline getirmişlerdir. Bu açıdan meseleye bakıldığında Batı’nın, Türklerden alacağı dersler vardır. Batı’ya güvenip yola çıkanların, olayları bu gerçeklerin ışığı altında iki defa düşünmeleri gerekir. Kendisinin üstün ırk olduğuna inanan Batı girdiği yeri kana bular, alacağını alır, çeker gider. Sen kan revan içinde hayatta kalmaya çalışırsın, umurunda olmazsın. Latouche’nin dediği gibi: “Batı özgürlükçüdür, ancak koruyucu değildir. İnsanları kendi başlarına ormanın vahşi, acımasız yırtıcılığına terk eder.”

      Hayat Damarlarımızı Kesmeye Çalışıyorlar

      Türklerin olayları doğru değerlendirmesi, kültür değerlerine sahip çıkarak, teşkilâtlı Batılı güçler karşısında milletçe hayatta kalmayı başarması gerekir. Bilimde ve teknikte çok gerilerde kalmanın verdiği eksikliği, bir taraftan ona sahip olup erişmeye çalışırken, bu arada kimliğimizi korumamız gerekmektedir. Batı, elimizde kalan kimliğimize dair son belgeyi de bizi köklerimizden kopararak alıp hayat damarlarımızı kesmeye çalışıyor; hayat veren toprağımızdan güç almamızı engelliyor. Bizi geleceği için tehlikeli bir rakip olarak görüyor. Bunu kültürel ve teknolojik baskıyı kullanarak yapıyor. Bu gerçeği göremeyince doğal olarak gelecek milletin umurunda olmuyor. Türk milleti yarın başına geleceklerin farkında değil!.. Tarihte nice devletler ve zengin medeniyetler kurmuş bir millet olarak her şeye rağmen ayakta kalmak için çırpınıyoruz. Bu yazı dizimizde; bizi yok olmaktan kurtarıp ayakta tutacak olan erdemlerimizi, milli ve manevi kıymet hükümlerimizi, bütün insanlığı kucaklayacak evrensel değerlerimizi tek tek ortaya koyacağız ve inşallah insanlığın istifadesine sunacağız.

       Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan yazarlarımız kendi yazılarından sorumludur ve hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul edilmez.