* Bu yazı Nurettin Şafak’ın Türkiye’nin Türkistan coğrafyasına bakışı,
devletler arasındaki ilişkilerin seyri, yapılanlar ve yapılması gerekenlere
ilişkin önerilere kadar pek çok konuda görüşlerini haberiniz.com okurlarıyla
paylaştığı Şubat
2012 tarihli röportajdan alınmıştır.
Türkmenistan’da Türk’e dair ne gördünüz?
Öncelikle şunu belirtmek isterim ki, Sovyetler Birliği dağılmadan önce
Türkmenistan ve Türkistan’daki öteki Türk devletleri, benim için “Kaf
Dağı’nın ardındaki” ulaşılması mümkün olmayan efsanevi masal ülkeleriydi.
Sovyetler dağıldıktan sonra Türkistan’daki ülkeleri görmeyi çok istiyordum.
Cenabı Allah’ın takdiriyle Türkmenistan’a görevli olarak gitmemiz nasip
oldu. Sorunuza gelince; bizde unutulan, hafızamızdan silinmeye yüz tutmuş,
yaşamayan, yaşatılmayan, bizim neslimizin görüp de uygulamadığı, bizden
sonra gelen nesillerin ise haberdar olmadığı bir takım değerleri,
kültürleri, gelenekleri, töreleri, oyunları, eğlenceleri Türkmenistan’da
canlı ve yaşar gördüm. Bunları müşahhaslaştırırsak, örneğin, benim babamın
döneminde köylerde aşık oynanırdı, ceviz
oynanırdı. Biz çocukken akşamları yüzük oynardık.
Bunları yeni nesil bilmez; aşığın ne olduğunu, neden yapıldığını bilmez. Ama
Türkmenistan’da gençler ve çocuklar hala aşık oynar, yüzük
saklama oynar. Bizde metropol kentlerde tamamen yok olan, kırsal
alanda ise yok olmaya yüz tutan misafir ağırlama kültürü Türkmenistan’da
adeta canı gönülden kabul görür. Mihman
Atadan Uludur sözü ve elinde avucunda ne varsa misafire ikram etmesi,
töreye bağlılığın en güzel ifadesi olsa gerek. Türkmenistan bizim kadim
tarihimizin dibacesi. Bizim okullarımızda okutuluyor mu bilmiyorum ama
Türkmenistan’da Oğuz Han Oğuz Ata olarak, Dede Korkut Korkut Ata olarak
yaşıyor, yaşatılıyor. Küçükken yaramazlık yaptığımızda ya da uyku saatinde
yatmadığımızda “Korkut-Horkut” geliyor diye korkuturlardı; Türkmenistan’da
Korkut Ata’nın yani Dede Korkut’un yaşatıldığını gördüm. Selçuk Bey’e,
Tuğrul ve Çağrı Beyler’e, Köroğlu’na, Karacaoğlan’a bizden daha çok sahip
çıktıklarını gördüm. Türkiye’deki yer isimlerinin pek çoğunun oradan
geldiğine şahit oldum.
Sovyetler’in uyguladığı politikalar etkili olmamış mı?
Olmaması mümkün değil. Tabi ki etkili olmuş. Tarih emperyal devletlerin
işgaline uğrayan milletlerin yok olup gittiklerine şahitlik eder. Olaya bu
noktadan bakıldığında Büyük Selçuklu İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra
hanlıklar ve beylikler dönemi başlamış. Osmanlı İmparatorluğu ile de sağlam
bir bağ kurulamamış. 1853 Kırım Savaşı’nda mağlup olan Rusya, Batıya ve
sıcak denizlere inme emeline set çekilince, başta Almanya olmak üzere batılı
ülkelerin sinsice yürüttüğü politikalar sonucu Türkistan’ı işgale yöneldi ve
1860’lı yıllardan itibaren kademe kademe Türkistan’ı işgal etti. Zaten
hanlıklara ve cüzlere ayrılmış olan Türkistan uzun süre Rusya’nın sömürgesi
olarak yaşadı. Ancak Türklük ve İslamlık şuuruna sıkı sıkıya bağlı olan
Türkistan Türklüğü, kendi benliğini korumayı bildi. 2002 yılının ortalarında
bir görev dolayısıyla uçakla Özbekistan’ın başkenti Taşkent’e gittim.
Dönüşte karayolunu tercih ettim ve bir taksi ile döndüm. Dönüş yolumun
üstündeki Semerkant ve Buhara’yı gezme imkânım oldu. Semerkant’a sabah ezanı
okunurken girdim. Tarifi mümkün değil; Semerkant sokakları akın akın camiye
giden insanlarla doluydu. Yaklaşık 150 yıl fiilen emperyalizmin namlusunun
ucunda yaşamaya mahkûm bu millet, dinini de milliyetini de unutmamış.
Diğer Türk Cumhuriyetleri gibi Türkmenistan’ın yaklaşık 150 yıl Emperyalist
Rus işgalinde kaldığını söylediniz. Neler yaşanmış o dönemde, sonuçları ne
olmuş?
Rus işgali ve 1917 Bolşevik İhtilali, Türkmenleri daha çok tarihinden ve
kültüründen koparmaya çalıştığı gibi, maddi kaynaklarını da Moskova’ya
taşımış. Bolşevik devriminde “millet yok, sadece sosyalizm var, halklar var”
denmesine rağmen tek halkın hükümranlığı söz konusu olmuş o da Rus halkı.
Başka bir tabirle Rus şovenizmi hakim kılınmış. 1925’den itibaren Türkistan
parçalanarak sonu …istanla biten beş ayrı sözde cumhuriyet kurulmuş. Bu
cumhuriyetler arasındaki küçük kültürel farklılıklardan bir millet
oluşturulmaya çalışılmış. Özellikle şive farklılıkları, lehçe farklılıkları
ön plana çıkarılmış. Zaten 1920’lerde başlayan ve özellikle Kırgızistan,
Özbekistan, Türkmenistan’ın bir bölümünde şiddetli direnişlere sahne olan ve
dünya tarihine Rusların ağzı ile Basmacılar olarak geçen, bizim mücahit
dediğimiz başkaldırının bastırılmasında da bu küçük farklılıklar
kullanılmıştır. Türkistan ayaklanmaları bastırılıp, devletçikler
oluşturulduktan sonra, Rus alfabesi kabul ediliyor ve eğitim ve öğretim
Rusça yapılıyor. Türkistan tarihi yok
kabul ediliyor. Dolayısıyla nesiller arası bağ kopmaya başlıyor.
Bağımsızlıktan önceki son nesil her ne kadar edep, ahlâk ve ananesini devam
ettirmeye çalışsa da tarihinden tamamen koparılıyor. Böylece yeni nesiller
kendi tarihinden haberdar olamıyor.
Yeni dönemde bu durum değişti mi?
Bağımsızlıktan itibaren rahmetli Sapar Murat Türkmenbaşı, ekonomik hamle ile
birlikte kültürel bir seferberlik başlattı. Türkmen’e “kim” olduğunu
öğretti. Türkiye ile Türkmenistan arasındaki kardeşlik bağı Türkmenbaşı
tarafından gerçekleştirildi. Türkmenlerin genç nesillerinin Türkiye Türklüğü
ile olan kan ve kültürel bağdan (az sayıda aydın dışında) haberi ve bilgisi
yoktu. Bilgi sahibi olanlarda da duygu zayıflığı ve sindirilmişliğin verdiği
ürkeklik vardı. Adını her zaman rahmetle ve minnetle andığım Sapar Murat
Türkmenbaşı bir yandan toplantılar, konferanslar, sempozyumlar düzenlettirip
dünya Türkleri ile sıkı ilişki kurarken, öte yandan okullarda kendi kaleme
aldığı “Ruhname” başta olmak üzere tarih kitapları ile Türkmen’in soy
kütüğünü ortaya çıkardı. Rahmetlinin söylediği gibi “Türkmen’in
aslı yadına düştü.” Yeni kurulan kültür merkezlerinin, alışveriş
merkezlerinin, müzelerin önüne Türk’ün kadim tarihini canlandıran Türk
Büyüklerinin, Türk âlimlerinin anıt ve heykellerini yaptırdı, yerleşim
yerlerine Türk büyüklerinin, ediplerinin, şairlerinin ismini koydu. Komünizm
çağrışımı yapan tüm yer adlarını değiştirdi. Kısaca Türkmen’in öz kimliğini
yeniden düzenleyip tescil ettirdi.
Bu sürecin önemli bir bölümünde siz orada bulunuyordunuz.
Evet, ilk şaşkınlıkların atlatılmaya çalışıldığı bir dönemdi, benim görev
yıllarım. TRT, merhum Özal’ın yönlendirmelerine koşut olarak diğer kurumlar
gibi Türkmenistan’a bir temsilcilik açmıştı. Temsilci olarak göreve
başladığımız ilk günden itibaren, hem Türkiye’nin hem de Türkmenistan’ın
önceliklerini dünya kamuoyuna aktarmaya başladık. İki devlet başkanının
yürüttüğü kardeşane ilişki kurumlarımıza da yansıyordu. “Bir millet iki
devlet” ülküsü sözde kalmıyor, yaptığımız televizyon programları ve
haberlerle herkes gibi biz de adı konulmamış bir seferberliğe katkı sunmaya
gayret ediyorduk. Bu çabalarımızın boşa gitmediğini, takdir gördüğünü de
bizzat yaşadıklarımızla görüyorduk. Bizim dönemimizde TRT için açılmayan
hiçbir kapı yoktu, ülkedeki tüm faaliyetlere çağrılıyorduk, öyle ki merhum
Cumhurbaşkanı Türkmenbaşı, biz gelmeden, TRT ekibini görmeden basın
açıklamasına bile başlamıyordu. Güzel bir çalışma dönemiydi, hem bizim hem
de iki ülke için.
Tüm bu çabalar Türkmenistan’ı daha özgür hale getirebildi mi?
Şu an için bunu demek mümkün değil. Aslında ilk bakışta Türkmenistan
bağımsız bir ülke ancak, olaya ekonomik, kültür ve siyasi olarak
baktığımızda bağımsızlığın izafi olduğunu görüyoruz. Bu sadece
Türkmenistan’a özgü değil. Afrika’nın, Asya’nın, Arabistan’ın tamamını bu
izafi bağımsızlığa katabiliriz. Sovyetlerin dağılması ile birlikte
Türkmenistan’ın Rusya ile hukuki bağı ortadan kalktı ama “buyurun kendi
kendinizi yönetin” demekle her şeyin yerli yerine geldiğini söylemek mümkün
değil.
Eski “Sovyet” gitti yeni “Sovyet” mi geldi?
Sovyetler döneminde üretim merkezi planlama ile yapılıyordu ve bunda
Türkmenistan’ın herhangi bir katkısı söz konusu değildi. Ancak genelde
herkesin karnı bir şekilde doyuyordu. Devlet Sekreteri ve bakanlar Türkmen
idi ama karar mekanizmasında sadece memurdular, Rusların verdiği görevi
yerine getirme dışında iradeleri söz konusu değildi. Bağımsızlıkla birlikte
batı ferdiyetçiliği ve sermayesinin taarruzu başladı. Bağımsızlığın
ilanından itibaren sermayesi sıfır düzeyinde olan Türkmenistan kısa zamanda
küresel sermayenin kıskacına girdi. Batı sermayesi ile gaz ve petrol daha
çok çıkarılıyor, daha çok market buluyor, daha çok para dönüyor. Ülkede şu
anda yoğun bir imar faaliyeti var, milyonerler hızla artıyor ama şimdi
herkes doymuyor. Şehirler güzelleşiyor, eskinin köhne ve sevimsiz, insanları
kontrole yönelik yapılaşma sistemi yerini daha modern mimariye bırakıyor.
Oteller inşa ediliyor, küçük çaplı üretim tesisleri yapılıyor. Bir nevi Arap
ülkelerine uygulanan politika batılı ülkelerce Türkmenistan’a da
uygulanıyor. Üçüncü dünya uygulanan şablon buraya da kopya edilmeye
çalışılıyor. Bunun sonucu ülkeye para giriyor, ancak bu para vatandaşa
ulaşmıyor, gelir dağılımı son derece kırılgan seyrediyor. Siyasiler sadece
kimliklerinin rengini değiştirdi, içerik aynı.
Türkmenistan’aözgü durumlar var yani…
Türkmenistan, Sovyetlerin dağılmasından sonra ortaya çıkan cumhuriyetler
içinde en zor durumda kalanlarından biri. Sovyetler dağıldığında milli
entellektüel birikimi hemen hemen yok denecek durumdaydı. Türkmenler her ne
kadar bunu 1948’de meydana gelen ve toplam nüfusun üçte ikisinin öldüğü
Aşkabat depremine bağlasa da depremden sonraki dönemde de milli aydın
yetişecek ortam oluşmamıştı. Dolayısıyla Türk Cumhuriyetleri
bağımsızlıklarını entelektüel birikimin sonucu; hazırlıklı olarak elde etmiş
değiller. Az da olsa Moskova’da okuyan Türkmen entelektüel yetişmiş olsa da
bunlarla da bağımsızlığı hedefleyecek bir potansiyel elde edilememiş.
Kimilerine göre Türkmenler bağımsızlığın şaşkınlığını yaşamışlar ve buruk
karşılamışlardır. Yıllardır Türkmenistan’a hiçbir yatırım yapılmamıştı ve
Rusya bağımsızlıkta vaat ettiği ödeneği de vermeyince, Türkmenler adeta
boşlukta, kimsesiz ve garip bir duruma düşmüşlerdi. Bu ortamda
Türkmenistan’ın en fazla bel bağladığı ülke muhakkak ki Türkiye idi. Bu
konuda Sapar Murat Türkmenbaşı ve Turgut Özal’ın çalışmaları oldu ama bu
çalışmalar zaman zaman inkıtaya uğradı. Türkiye’nin yeterli desteği
sağlayamaması, Batı ferdiyetçiliğinin ve sanayinin taarruzu, Rusya ile 150
yıla yakın birlikteliğin getirdiği ekonomik ve sosyal bağımlılık,
Türkmenistan’ın geleceğini belirlemede en büyük handikap olarak ortaya çıktı
ve halen bu aşılmış değil.
Aşılması için Türkiye’nin çabası yeterli değil mi?
Azerbaycan ve Türkistan’daki kardeşlerimizin bağımsızlığa adım adım
ilerlediği gün gibi aşikâr iken Türkiye maalesef o dönemde gerekli hazırlığı
yapamadı. Öyle ki Özbekistan bağımsızlığını ilan edip İslam Kerimoğlu
Türkiye’ye geldiğinde hâlâ havaalanında Sovyetlerin Orak Çekiç’li bayrağı
dalgalanıyordu. İslam Kerimoğlu’nu Sovyet Büyükelçisi karşılıyor ve
Kerimoğlu da O’nu “Sizin ağalığınız sona erdi sen hangi sıfatla buradasın”
diye azarlıyordu. O gün Türkiye Hükümeti apar topar bakanlar kurulunu
toplayıp, Özbekistan’ı tanıyordu. Bu durum Türkiye’nin ne kadar hazırlıksız
olduğunun bir göstergesi olsa gerek. Türkiye Orta Asya Türk
Cumhuriyetleri’ne yardımcı olmak, yön göstermek ve eğitim, ziraat, teknik
kullanım konularında yardımcı olmak üzere TİKA denen bir birim kurdu. Bu
Cumhuriyetlere uzmanlaşmış insanlar gönderilecek ve yaklaşık bir asır
dünyaya kapalı olan bu insanlara yön verilecekti. Maalesef uzman adı altında
gönderilenlerin büyük bölümünün kendilerinin eğitime ihtiyacı olduğu
görüldü. Tabir caizse ahbap, tanıdık, eş dost torpili orda da kendini
gösterdi. Bu ülkelerle Türkiye arasında kardeşliği tesis edecek girişimler
yerine tam tersi davranışlar sergilendi. Örneğin, her iki ülkenin çıkarına
uygun olan Trans Hazar Doğalgaz Boru Hattı Projesi özellikle Türkiye
tarafından kadük edildi. Söz konusu proje yerine, Mavi Akım Doğalgaz Projesi
tercih edildi. O dönemde çok televizyonlu, çok gazeteli bir holding sürekli
Trans Hazar Doğalgaz Projesi’nin hayal olduğundan bahsediyor, Türkmenbaşı’nı
da adeta alaya alıyordu. Bu davranış tarzı o günlerde iki ülke ilişkilerine
önemli darbe vurdu ve sonuçlarından Türkiye’nin zararlı çıktığı görüldü.
Sizin önerileriniz neler?
Bu ülkeler arasında işbirliğinin en iyi yolu devlet başkanları düzeyinde
oluşturulacak dostluktan geçer. Bunu Rahmetli Özal ile Rahmetli Türkmenbaşı
önemli ölçüde gerçekleştirdi. Daha sonra maalesef aynı dinamiklik
gösterilemedi. Bugün Türkmenistan’da önemli işlere damga vuran Türk
şirketleri Turgut Özal’ın vefatından önce Türk Cumhuriyetleri’ne yaptığı
gezide götürülen insanlardır. Bu ülkelerde devlet başkanın ağzından çıkan
her cümle bir kanundur. Resmî temaslar hiç ara vermeden sürdürülmelidir.
İkili ilişkilerin iyi olması gerekiyor…
Evet, devlet başkanlarının tutumu belirleyici oluyor, yol gösterici oluyor.
Bağımsızlığın kazanıldığı ilk yıllarda yeni nesil iki ülkenin soy birliği
olduğunu yeni duymaya başlamıştı. Bu birlikteliği perçinlemek için iki ülke
okullarının ders kitaplarında ortak değerlere yer verilmelidir. Bizim Yunus
Emre’miz, Hacı Bektaş’ımız, Mehmet Akifimiz, onların ders kitaplarında,
Türkmen’in Mahdum Kulu’su, Molla Nefes’i, Seydi’si bizim ders kitaplarımızda
yer almalı. Biz nasıl Dandenakan Savaşı’nı biliyorsak onlar da Malazgirt
Meydan Muharebesi’ni, destansı Çanakkale Savaşı’nı bilmeli. Bu örnekler
çoğaltılabilir. Kısaca iki ülkenin homojen yapıya kavuşması için kan birliği
ve dil birliğinin yanına inanç birliği de hâkim kılınmalı. Daha da önemlisi
Orta Asya’da ekonomik ve siyasi bağımsızlığın sadece Türkmenistan’la
sağlanması mümkün değil. Öncelikle devletler arasında Türkistan Şuurunun
yerleşmesi şart. Şuurlu her Türk insanının bu umudu canlı tutması gerekir.
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin Sönüyor göğsünün üstünde o
arslan neferin. Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer, O ne müthiş
tipidir, savrulur enkazı beşer. Boşanır sırtlara, vadilere, sağnak sağnak.
Kafa göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak Vurulup, tertemiz
alnından, uzanmış yatıyor, Bir hilal uğruna yarap ne güneşler batıyor. Ey
bu topraklar için toprağa düşmüş asker Gökten ecdat inerek öpse o pak alnı
değer. Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın? Gömelim gel seni tarihe
desem sığmazsın.
Ünlü Şair Mehmet Akif’in Çanakkale destanı, Çanakkale Savaşlarının korkunç
vahametini adeta gözlerimizin önüne seriyor. Bir asır geçmesine rağmen, bu
savaşın korkunçluğu Akif’in şiiri ile adeta günü yaşıyor muşuz gibi
hayalimizde canlandırmamıza yol açıyor.
Çanakkale Savaşlarının dünya için olduğu kadar bizim için de önemli yeri
bulunmaktadır. Çanakkale’de kazanılan zafer, üst üste gelen mağlubiyetlerin,
bozgunların ardından bir ümit ışığı olmuştur. Bu zaferin verdiği kendine
güven duygusu ilerde Milli Mücadele’yi ateşleyecek olan heyecana kıvılcım da
sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı’nın ardından Anadolu’da işgale karşı
direniş hareketi başlatan kadroya baktığımız zaman çoğunun Çanakkale’de de
görev almış kişiler olduğunu görürüz.*
Çanakkale muharebelerinde bulunmuş yedek subaylardan Kazım Şakir, Çanakkale
Günlüğünde şöyle diyordu: “Anlaşılıyor ki aziz ve bedbaht Türklüğün yazılmış
olan elemine yeni bir satır ilave için bütün cihan birbiriyle müsabaka
ediyordu. Fakat Türkler artık o kadar çok bedbaht ve müteellim oldular ki,
bu elem destanına yeni bir satır ilave ettirmemek için yok olma tehlikesini
bile göze almışlardır. İşte Çanakkale’de cihana hayretler bahşeden o müthiş
ve akılları durduran harika müdafaa ve hücumu, ilelebet yok olup gitmektense
daha uzun zamanlar kaim olmak emeliyle çırpınan Türklüğün heyecan dolu ruhu
doldurdu.”**
Çanakkale Müdafaası, Türk Milleti’nin milli ve yılmaz karakterini taşımakla
birlikte, Türk’ün okuyan, yetişmiş aydın kesimimin tümünün yok olmasına
sebep olan derin bir damı da bu millete yaşatmıştır.
Çanakkale Savaşı bize çok ciddi bir yetişmiş insan kaybına sebep olması
nedeniyle uzun bir süreç içinde Türk milletine çok pahalıya mal olmuştur. Bu
beşeri kayıpların en ciddi boyutu ise eğitim hayatımıza etki etmesi ve
eğitimli insanlarımızın yok olmasıdır. Çanakkale
Savaşı bir noktada
toprağa verdiğimiz öğretmen ve öğrencilerdir.***
Ülkenin genelindeki eğitimin gözbebeği olan o günkü okullarımızın öğretmen
ve öğrencileri, neredeyse top yekun Çanakkale’de saflarını almışlardır.
Osmanlı’da ilk tıp fakültesi olan “Darülfünun-u
Osmani’nin” öğrencileri, Birinci Dünya Savaşı boyunca değişik
cephelerde ordu saflarında bulunmuş ve birçoğu cephelerde şehit düşmüştür.
Öğretim üyeleri ve öğrencilerin askeri birliklere dağıtılması yüzünden
1915’de fakülte bir süre kapalı kalmış ve okul yaralılar hastanesi olarak
kullanılmıştır. 1915’de Darülfünun da öğretim gören yüzlerce tıbbiyeli,
okullarını bırakarak Çanakkale’ye koştu. İki
tümen halinde Gelibolu’ya gelen bu gençlerin tamamı şehit oldular.
Çanakkale’de yüksek Öğretim kurumlarından verilen şehitler nedeniyle Gazi
Mustafa Kemal Paşa, “Biz
Çanakkale’ye bir Darülfünun gömdük” diyerek olayın vahim boyutunu
ortaya koymuştur. Yüksek Öğretim ve medreseler yanında Çanakkale müdafaasına
katılan sultani ve idadi yani lise seviyesinde eğitim kurumları da
bulunmaktadır.
Çanakkale Savaşları sırasında Mekteb-i
Sultani yani Galatasaray Lisesi’nde eğitime ara verilmemişti. Ama
bazı Galatasaray’lı öğrenciler, gönüllü olarak askere yazılmışlardır.
Mekteb-i Sultani öğrencileri,
1911’den 1917’ye kadar olan bir dönemde Trablusgarp ile Balkan Savaşları ve
Birinci Dünya Savaşları’nın üç yılında hiçbir mecburiyetleri olmadığı halde
gönüllü olarak savaşlara katılmışlardır. Kayıtlara
göre, 1912’de 60 mezun veren okuldan, 1913’de 134, 1914’de 21, 1915’de 18,
1916’da 4, 1917’de 5 öğrenci ancak mezun vermiştir.
İstanbul Sultanisi yani İstanbul
Lisesi öğrencilerinden 50-55 öğrenci, gönüllü olarak Çanakkale
Savaşlarına katılmak üzere başvuruda bulunmuştur. Geride kalanlar cepheden
dönecek yaralı arkadaşları için okulu revir haline getirmişlerdir. Savaşta
yaralanan öğrenciler İstanbul’a döndüğünde, okulda tedavi edilmiş ve sonra
tekrar cepheye gönderilmiştir. 13 Mayıs 1915’de Arıburnu’na sevk edilen 2.
tümenin çoğunu öğrenci olan gencecik fidanları ölüm kusan makineli tüfekler
karşısında maalesef ekin gibi biçilmişlerdir. Siperlerinde sadece sarı
kurdelelerine yazdıkları şu mukaddes ibare kalmıştı. “İstanbul
Lisesi Vatan Sağ olsun.” Çanakkale Savaşı’na gönüllü olarak katılan
50 İstanbul Sultanisi öğrencilerinin şehit düştüğü haberi okula ulaşınca,
geride kalan öğrenciler ağabeylerinin anısına okulun kapıların ve
pervazlarını matem rengi siyaha boyadılar. Okuldaki öğrencilerin Çanakkale
zaferinden sonra okulda yaptığı yoklamada şehitlerin ismi okununca, İsmi
söylenen her gencik arkasından, merasime gelenler, özellikle de aileleri “Şehit,
Cennet-i Âlâ da…” diye
bağırmışlardır.
Çanakkale Savaşı başladığında Vefa
Lisesi’nin 1915-1916 eğitim dönemindeki öğrencileri ve
öğretmenleri, asker üniforması giyerek ve okulun bahçesinde toplanıp marşlar
söyleyerek Şehzadebaşı’na çıkmışlardı. Meydanda toplanan İstanbullular,
Vefalıları, alkışlar ve dualarla savaşa uğurlamışlardı. Vefa
Lisesi, Çanakkale Savaşlarında katılan ve şehit düşen öğrencileri nedeniyle
bu yıllarda mezun veremedi.
1916-17’de Balıkesir Sultanisi Çanakkale Savaşları’nda 94 şehit vermiştir.
Balıkesir Erkek Muallim Mektebinden de çok sayıda öğrenci harbe dahil
olmuştur. Bu okul; 1914-1918 yılları arasında yalnızca iki mezun
verebilmiştir.
17 yaşındaki öğrencilerini cepheye gönderen Sivas Lisesi, öğrenciler
okuldan ayrılırken, hocalarına hitaben tahtalara; “Hocam
biz Çanakkale’ye gidiyoruz hakkınızı helal edin” diye yazmışlardır.
Savaşa giden öğrencilerin geri dönmemesi nedeniyle 1915’de mezun
verilememiştir. Yatılı okul olduğu için Sivas Lisesi’nde diğer vilayetlerden
gelen öğrenciler de vardı. Amasya, Yozgat, Erzincan ve Malatya gibi illerden
öğrenciler de burada eğitim görmekteydi.
Edirne Lisesi’nin öğretmen ve öğrencileri de harbe katılmış ve hiçbiri geri
dönmemiştir.
Kastamonu Abdurrahman Paşa Lisesi ise, 1911’de 64 mezun verebilmiş
iken, 1916-1917’de başta Çanakkale olmak üzere süre giden savaşlar nedeniyle
hiç mezun verememiştir.
Trabzon Lisesi öğrencilerinin büyük bölümü bir kısmının Çanakkale cephesine
gitmesi ve savaşta şehit düşüp geri dönememesi sebebi ile Lise üç yıl
boyunca mezun verememiştir. Trabzon ile Çanakkale arasının 1.300 kilometre
olması ve o dönemin ulaşım araçları dikkate alındığında, bu fedakarlığın
gerçek boyutu taktire bile sığmayacak ululuktadır.
Öğrencilerinin tamamını Çanakkale’de şehit veren okullar arasında Konya
Lisesi de yer almaktadır. Anadolu’daki liselerin Çanakkale
Savaşı’na katılımları ile ilgili anlatımları çoğaltmak mümkündür. Fakat
burada önemli olan şey, Türk Milleti’nin bu savaşlarda, kesin olmayan
rakamlara göre ülkenin “beyin takımı”nı oluşturan 10 binden fazla öğretmen,
öğrenci, Mülkiyeli, tıbbiyeli yetişmiş okur-yazarı yitirmiş olmasıdır.
Çanakkale Savaşları’nda yaşanan yetişmiş insan kaybı, daha sonraki
dönemlerde Osmanlı devleti ve genç Türkiye Cumhuriyeti’ni derinden
etkilemiştir. İngiliz
Başbakanı Winston Churchill’in dediği gibi gerçekleşmişti: “Biz onların
çiçeklerini kopardık.”
Balıkesir İvindi’den ve 104 yaşında vefat etmiş Çanakkale gazisi Azman
Dede, Çanakkale’de cepheye katılan öğrencilerle ilgili olarak
sarsıcı şu anısını anlatmıştır:
” Taarruz sırasında bölüm erimişti. Yüzbaşı telefonla takviye isteri. Gece
yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi gencecik
insanlardı. Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç dört asker vardı ki,
hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum. Yüzbaşı gelenlerle ilgili tek
tek ilgileniyor, karanlıkta el yordamıyla üstelerini başlarını düzeltiyor,
sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu. Sıra o çocuklara
geldiğinde o cıvıl cıvıl, şarka söyleyerek gelen çocuklar birden çakı gibi
oldular. Yüzbaşı sordu: “Yavrum
siz kimsiniz?” İçlerinden biri “Galatasaray Mektebi
Sultanisi Mektebi talebeleleriyiz, vatan için ölmeye geldik.” Diye
cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha
süngü takmasını bile bilmiyorlardı. Onlarla ilgilendim. Mermi böyle basılır,
tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır…” diye
Siperlerin arkasında ay ışığına kadar talim yaptık. Ortalık hafif aydınlanır
gibi olunca hep yaptıkları gibi düşman gemileri gelip siperlerimizi
bombalamaya başladılar. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek
toplarmış gibi neşeli olan o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak
gibi birbirlerine sarılmış tir tir titriyorlardı. Ürkmüşlerdi. Bu durum
muharebede bir ürküntü bir panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru
yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı.
“Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı.
Al sancağı teslim etti Allah’a ısmarladı.
Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana,
Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana.
Baktım biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha…
Marş bitiyor yeniden başlıyorlardı. Bitiyor bir daha söylüyorlardı. Avaz
avaz. Gözleri çakmak çakmak… Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış
tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış, dişler
kenetlenmiş bekliyorlardı. O an geldi. Birden yüzbaşı hücum diye bağırdı.
İşte tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. Tam o
anda bir düşman makinelisi, yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler.
Kucağıma dökülüverdiler.”
Çanakkale’nin bitmeyecek iç burkan dramlarından biri de Vefa Lisesi
Fransızca Öğretmeni AhmetRıfkı Efendi’ye aittir. Çanakkale’de
kızılca kıyametlerin koptuğu günlerde, Ahmet Rıfkı Efendi Çanakkale’ye
gitmek için mektebin idaresine dilekçe verir. Arkadaşları ve talebeleri ile
vedalaşır. Ahmet Rıfkı’nın tek varlığı arkada bıraktığı annesi Ayşe hanımdır
ve Şehzadebaşı’ndaki evlerinde birlikte oturmaktadırlar. Durumu annesine
anlatır ondan hakkını helal etmesini ister. Ardından mahallenin bakkalı,
güngörmüş bir zat olan Selahaddin Adil Efendi’ye uğrar ve şöyle der:
“Çanakkale’ye gidiyorum, senden isteğim, anamı iaşesiz bırakma. Kısmetse
dönüşte borcumu öderim.”
Ahmet Rıfkı önce İstanbul’da kısa bir eğitim görür, sonra da Çanakkale
Düztepe’deki birliğine bölüm komutanı olarak gider. Çeşitli cephe ve siper
savaşlarına katılır. Ve 19 Aralık 2015 günü şehit olur. Ahmet Rıfkı’nın
şehitlik haberi kısa zamanda İstanbul’a ulaşır. Annesi haberi alır, çok
üzülmesine rağmen imanı bütün bir hanım olduğundan hadiseyi tevekkülle
karşılar. Aklına, veresiye yiyecek aldığı bakkal gelir. Bakkala gider ve
“Selahattin Efendi, oğlum Çanakkale’de şehit düştü… Şehitlik künyesi,
eşyaları ve ikramiyesi bir heyetle bu sabah bana ulaştırıldı. Yedi aydır
senden veresiye alırız, borcumuzu verelim de oğlum borçlu yatmasın” der.
Selahattin Efendi şöyle cevap verir:
“Ayşe Hanım, sen okuma yazma bilmezsin, okuma bilen bir yakınını getir de
hesabı o çıkarsın…”
Bunun üzerine Ayşe Hanım, komşusunun kızı Gülşah ile birlikte dükkana gider.
Selahattin Efendi “Ahmet Rıfkı” bölümün açarak, veresiye defterini Gülşah’ın
önüne koyar. Gülşah defteri incelerken birden hıçkırıklarla ağlamaya başlar…
Bu duruma Ayşe Hanım ve dükkandaki diğer müşteriler de şaşırmışlardır.
Gülşah’ın yanına gelirler. Gülşah onlara kırmızı satırlarla yazılmış sayfayı
gösterir.
Şöyle yazıyordur defterde: “Bu hesap, Ahmet Rıfkı’nın kanıyla ödenmiştir,
vesselam…” O ana kadar hiç konuşmayan Selahattin Efendi yaşlı gözlerle
şunları söyler:
“Ahmet Rıfkı bu vatan uğruna canını feda etti. Biz birkaç parça mal
vermekten mi çekineceğiz? Kat be kat helal olsun.”
Balkan hezimeti Türk Askerinin midesini ancak otla doyurabildiği Türk
tarihine kara bir leke olarak düşen korkunç bir savaştı. Milyonlarca
Müslüman Türk insanı katledildi, yurtlarını yuvalarını terk ederek, akın
akın Anadolu’ya sığındı. Korkunç bir trajedi yaşandı. Osmanlı Devleti ne
yazık ki, daha düne kadar eyaletleri ve sancakları olan ülkeler, İstanbul’u
tehdit etmeye kadar cüret etti. Balkanların tümünü kaybetti. Sarıkamış
Savaşı, bir anlamda cahil ve basiretsiz komutanların eseri olarak
nitelenebilir.
Çanakkale Savaşları ise Türk’ün şanını dünyaya duyuran kahramanlık timsali
bir başkaldırı idi. Ne yazık ki, yetişmiş insan kaybı nedeniyle, Türk’e en
büyük darbeyi vuran savaş da bu onur savaşı olmuştur. Bu Savaştaki şanlı
direniş 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Mütarekesi ile kıymeti harbiyesi
adeta buharlaşıp gitmiş ve düşman aynı anda Payitahtı işgal ederek, bu şanlı
direnişi hükümsüz hale getirmiştir.
*Mart-Nisan 1915 Bakış
**Çanakkale Harbi Günlüğü Kazım Şakir
***age-Adı Geçen Eserde
Nurettin Şafak – Tarihi Süreç İçinde Milliyetçilik ve Din
TARİHİ SÜREÇ İÇİNDE TÜRKİYE’DE MİLLİYETÇİLİK VE DİN
Türklerde milli şuurun ilk uyanışını Göktürklerde görmek mümkün.
Göktürk hakanı Bilge Kağanın 735’de ölümü üzerine, oğlu tarafından
tarafndan diktirilen kitabade şöyle denilmiştir: Ey Türk Milleti
üste gök yıkılmaz, altta yer delinmezse senin ilini ve töreni kim
bozabilir?” Büyük Selçuklu hakanı Alpaslan’ın 1071’de Malazgirt’te
kazandığı zafer Anadolu’nun Türkleşmesine ve İslamlaşmasının yolunu
açmıştır. Bu zaferden sonra Anadolu’ya gelen Horasan Erenleri
denilen sufi dervişler, Anadolu’nun manevi yapısını kurmuşlardır.
Bunlardan Türkistan’lı Ahmet Yesevi’nin müritlerinden Yunus Emre’nin
ilahileri ile vücuda gelen sanat tamamiyle milli, yani zevk
bakımından tamamen Türk’tür.(1)
Selçuklu İmparatorluğu zaman içinde fars kültürünün etkisi altında
milli özelliğini kaybetmeye başlamıştır. Selçukluların 1243’de
Kösedağ savaşında Moğollara yenilmeleri üzerine memleket
İlhanlıların eğemenliği altına girmiş, her tarafta beylikler
teşekkül etmiş, bunlardan Osmanlı beyliği zaman içinde gelişerek,
Selçukluların yerini almıştır.
Osmanlıların İmparatorluk haline gelmesinden ve özellikle Fatih
Sultan Mehmet’in kurduğu Enderun’da yetişen kadronun devlete hakim
olması üzerine millilik vasfı giderek kaybolmaya başlamış, Türkler
İmparatorlukta “etrak-ı bi idrak-idraksız millet-” tabiri ile hor
görülmeye başlanmıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun bilim ve teknolojide Avrupa’nın gerisinde
kalması, 1699 Karlofça antlaşmasından sonra sürekli toprak
beybetmeti, yeni fikir hareketlerinin doğmasına yol
açmıştır.Fransız ihtilalinin getirdiği hürriyet ve milliyetçilik
fikirleri Osmanlı aydınlarını da etkilemeye başlamış ve Yeni
Osmanlılardan Namık Kemal ve Ziya beyler, İslami değerlere ağırlık
vermişlerdir. Nitekim 1873’de İstanbul’da sayneye konan Vatan Yahud
Silistre piyesinde kahramanların söylediği türkünün nakaratı
şöyledir:
Kavgada şehadetle bütün kâm alırız biz
Osmanlılarız can veririz can alırız biz
Yeni Osmanlılardan AliSuavi, Osmanlıcı olmasının yanısıra, Türkçülük
cereyanının öncülerindendir. Parist’te çıkardığı ULUM gazetesinde
“Türklük” üzerine yazılar yayınlamış, 1873 yılında Rusların Hive
Hanlığını istilası üzerine Oğuz, Özbek, Türkmen’in Türk
familyasından geldiğini anlatmıştır. Osmanlılarda milli şuurun
geliştiğini Mehmet Emin Yurdakul’un “Cenge Giderken” şiirinde daha
net anlamaktayız. “Ben bir Türk’üm dinim cinsim uludur” mısrası ile
milli şuuru canlandırmaktadır.
Osmanlılarda aydınlanma ve milliyetçiliğin geç yayılmasının en
büyük sebeplerinden biri Osmanlı seçkinlerinin kendi din, kültür ve
medeniyetlerinin Avrupa’dan daha üstün olduğuna dair kökleşmiş
firikleri idi.(2)
Milli şuurun gelişmesi İttihat ve Terakki döneminde daha da
netleşmiştir. İttihat ve Terakki mensupları başlangıçta Osmanlılık
siyasiti gütmelerine rağmen, ekalliyetlerin ayaklanmaları ve
özellikle Balkan Savaşı İttihatçıları Türkçülüğe yöneltti.
Osmanlının son döneminde her ne kadar Türkçülük ağır bassa da,
Abdullah Cevdet batıcılığa, Eşref Edib’in Sebilürreşad’ı
İslamcılığı, Türk Ocağı’nın Türk Yurdu dergisi Türkçülüğü, Türkiye
İşçi ve Çiftçi Sosyalist Fırkası’nın Aydınlık’ı marksizmi
savunuyordu.
YUSUF AKÇURA VE ÜÇ TARZI SİYASET:
Bütün bu tartışmalar devam ederken, Kazanlı Yusuf Akçura, 1902’de
Mısır’da bir gazetede “Üç Tarzı Siyaset” başlığı ile yayınlanan
makalesinde Osmanlının önünde üç yol bulunduğunu, bunun
Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük olduğunu belirterek, bu üç
yolun zayıf ve güçlü yönlerine anlatarak, tek çıkış yolunu
Türkçülükte buluyordu.
ZİYA GÖKALP’İN MİLLİYETÇİLİK VE İSLAM ANLAYIŞI
Ziya Gökalp, hem İttihat ve Terakki, hem de Cumhuriyet’in
kuruluşunun ideloloğuydu. Onun temel fikri Türk Milliyetçiliği ve
İslâmın uzlaşması gerektiğine inanıyordu. İslam dinine ve kültürüne
karşı kesinlikle olumsuz bir düşüncesi bulunmuyordu. Ona göre İslam,
ırki, kabile ve dil ayrılıkları arasındaki uzlaşmanın çimentosu
özelliği taşıdığına inanıyordu. Onun kültürel milliyetçiliği
lisanca, dince, ahlakça ve estetik bakımdan müşterek olan yani aynı
terbiyeyi almış zümre olarak ifade ediyordu. “Filhakika, bir adam
kanca müşterek olduğu insanlardan ziyade, dilde ve dinde müşterek
olduğu insanlarla beraber yaşamak ister. Çünkü insani şahsiyetimiz
bedenimizde değil ruhumuzdadır. Maddi meziyetimiz ırkımızdan
geliyorsa, manevi meziyetlerimiz terbiyesini aldığımız cemiyetten
geliyor.”(3)
Ziya Gökalp’in bu düşüncesini doğrulayan en bariz örneği mübadele
Gagavuzlar ve Karaman Türklerinde görüyoruz. Zira Batı Trakya’da
küçük bir azınlık olan Gagavuz Türkleri ve Anadolu’daki Karaman
Türkleri Hıristiyan olmalarından dolayı Yunanistan’ı tercih
etmiştir. Hamdullah Suphi, Türkiye’nin Bükreş Büyükelçisi görevinde
bulunduğu sırada Romanya’daki Gagavuzları Türkiye’ye getirmeye
çalıştığı halde, bunda muvaffak olamamıştır. Ziya Gökalp, Osmanlı
İmparatorluğunun geri kalmasında İslamiyetin sorumlu olmadığını
kaydediyordu.
Bütün bu örnekler gösteriyor ki, din toplum kesimlerini birbirine
birleştiren en önemli kültürel özelliktir
Günümüzde Ziya Gökalp’e din dışı yakıştırmalarda bulunanlara en
güzel cevabı İstanbul halkı vermiştir. İstanbul halkı, Şeyhülislam
Yahya efendiden sonra hiçbir tabutun arkasında onun cenaze gününde
olduğu kadar azametli yürümemiştir.(4)
TÜRKİYE CUMHURİYETİ VE ULUS İNŞASI
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan 1980 ihtilaline kadarki
döneminde Türk fikir hayatı, İslamcılık, Milliyetçilik, batıcılık ve
Sosyalizm gibi tarihi boyunca var olan ideolojiler ile Faşizm,
Komünizm gibi çağdaş akımların etkisi altında kalmıştır.
Türk İstiklal Savaşı’nın eşsiz kahramanı Mustafa Kemal, bir çok
dini liderin kendini desteklediği Kurtuluş savaşı yıllarında, İslamı
siyasi bir güç olarak kullanmıştır. 1921 devrim anayasası sultanı
tanıyor, İslamı devletin dini olarak zikrediyordu. Nutuk’da Atatürk
o günkü hareket tarzına atıfta bulunarak, Gazeteci Kılıçzade Hakkı
Bey’in İzmit’de kendinise yeni hükümetin bir dini olup olmayacağını
sorduğunda: “İtiraf edeyim ki, bu suale muhatap olmayı hiç de arzu
etmiyordum. Sebebi, pek kısa olması lazım gelen cevabın o günkü
şeraite göre ağzımdan çıkmasını henüz istemiyordum…Hükümetin dini
olmaz diyemedim.”
Lozan Anlaşmasından ve Cumhuriyetin ilanından sonra bütün bunlar
yavaş yavaş askıya alınmaya başladı. Hızlı bir sekülerleşme programı
uygulanmaya koyuldu. Önce Tevhid-i Tedrisat kanunu ile medreseler,
tekke ve zaviyeler kapatıldı. Kadın ve erkeklerin dini öğrenmeleri
için devlet kontrolünde Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu. Rejim
güçlendikçe dinin marjinalleştirilmesine hız verildi. Sırasıyla
saltanat kaldırıldı, Hilafetin İlgasına ve Hanedani Osmani’nin ülke
dışına çıkarılmasına karar verildi. Ardından Şeyhülislamlık makamı
lağvedildi. 1928’de latin alfabesine geçilerek, dinle devletin bağı
koparılmış oldu,1932’de ezan Türkçeleştirildi. Son olarak 1937’de
Anayasa’nın ikinci maddesi değiştirilerek, laiklik anayasa ilkesi
olarak kabul edildi. Sekülerleşme zaman zaman iç muhalefetle
karşılaşsa da, (Şeyh Said ayaklanması, Menemen olayı gibi) İzmir
Suikastından sonra muhalifler temizlenerek devrimler hızla
gerçekleştirildi. Kemalist sekülerleşme seçkinler düzeyinde kayda
değer kabul gördü, İslam kamusal alandan tamamen çıkarılarak, dinle
devlet arasına mesafe konması neticesinde, yeni bir Kemalist seçkin
sınıfı türedi. Atatürk şöyle diyordu: “Din birliğinin de bir millet
teşkiline müessir olduğunu söyleyenler vardır. Fakat bizim
gözümüzönündeki Türk milleti tablosunda bunun aksini gösmekteyiz.
Türkler İslam dinini kabul etmeden evvel de büyük bir millet idi.”
(5)
Atatürk ayrıca aynı dindaş olan milletlerin aralarında birleşerek
bir millet oluşturamadıklarına da dikkat çekiyordu. İslam ya da
Şarkla ilişkilendirilen tüm kültürel ve sanatsal miras, (Türk müziği
dahil) gericilik ve az gelişmişliğin delili olarak küçümsenirken,
Batı’nın kültür ve sanatı, cumhuriyet Türkiyesi’nin ulaşmak zorunda
olduğu toplumsal gelişmişliğin göstergeleri olarak methediliyordu.
(6) Atatürk devrimleri seçkinler arasında çok kahir ekseriyatla
kabul görürken, milli kimliğinin sembolü her zaman din olan halk
aynı teveccühü göstermemiştir.
Halkın Kabul görmediğinin ilk işaretini Terakkiperver Cumhuriyet
Fırkası ve Serbest Fırka’nın kuruluşunda görüyoruz.
1924 yılında Atatürk’ün silah arkadaşları Rauf Orbay, Kazım
Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele tarafından kurulan siyasi
liberal demokrasayi benimseyen bu parti, kısa zamanda milletin
teveccühüne mazhar olmuştur. Keza Atatürk’ün bizzat yakın silah
arkadaşı Ali Fethi Okyar’a kurdurduğu Serbest Fırka da, özellikle
İslamcıların yoğun ilgilisi ve Cumhuriyete olan tepki yüzünden
Atatürk devrimleri açısından tehlike arzetmesi nedenediyle bizzat
Fethi Okyar tarafından feshedilmiştir. Ziya Gökalp’in dediği gibi,
dinin toplum kesimlerini birleştiren önemli bir özellik olduğunu
görüyoruz.
DEMOKRAT PARTİ VE İSLAMIN KAMUSAL ALANA DÖNÜŞÜ
Atatürk’ün ölümünden sonra bir yandan dinin kamusal alandan
çıkarılması, bir yandan tek parti Cumhuriyet Halk Partisi’nin
hegomanyası vatandaşlarda büyük huzursuzluğa sebep olmuştur.
(7) Demokrat Parti ile birlikte ezan yeniden Arapça okunmaya
başlandı. 1947’de hacca gidiş yasağı kaldırıldı, mesleki din eğitimi
yeniden başladı.
İslam artık Osmanlı İmparatorluğu’nun gerilemesinin ve Türk
Milletinin Batı’nın siyasi, iktisadi, askeri ve entelektüel
gelişmelerinin gerisinde kalmasının nedeni olarak değil, toplumsal
dayanışmamın kaynağı ve Türk milli kimliğinin önemli bir unsuru
olarak görülüyordu.(8)
Bu değişim, 1960 askeri darbesi ile yeniden tersine döndü. Ancak,
1961 Anayasası tarikatların serpilmesi ve parti programlarında dinin
kademeli olarak ortaya çıkmasına imkan sağladı. Din ve devlet
arasındaki ilişkilerin hızlanması Erbakan’ın kurduğu Nizam Partisi
ile de ivme kazandı. 1961 Anayasası ile her ne kadar tarikatlar
mantar gibi çoğalmaya başlasa da Anayasa sadece onlara değil, sol
hareketlerin canlanıp gelişmesinde de önemli bir etkendir. Altmışlı
yılların sonunda ivme kazanan sol hareketlerin dengelenmesi için
70’li yıllarda Aydınlar Ocağı etrafında toplanan sağcı
entelektüeller, Türk milletini yeniden şekillendirmek, ünivsitelerde
hegomanyasını artıran yıkıcı ve bölücü sol hareketlere karşı milli
kültürü esas alan bir çalışma başlattılar. Aydınlar Ocağı misyonunu
şöyle tanımlıyordu: Milli kültür ve şuuru geliştirmek suretiyle Türk
Milliyetçiliği fikrini yaymak, milli bünyemizi sarsan fikir bunranı
ve mefhumlar anarşisi ile mücadele ederek, milli varlığımızı meydana
getiren unsurları yaşatım kuvvetlendirmektir.
Profesör İbrahim Kafesoğlu başkanlığındaki Aydınlar Ocağı’nın bu
deklerasyonu seküler bir anlayışa sahip olan emekli Albay Alpaslan
Türkeş tarafından da benimsendi. 1977 seçimlerinde İslamcı Necip
Fazıl’ı da yanına alan Türkeş, adeta oy patlaması yaptı.
SONUÇ
Atatürk, Osmanlı’nın yıkılmasında önemli etken olan gerici din
adamlarının İslamı yanlış yorumlamaları, medreselerin akli ilimleri
bir tarafa bırakıp özellikle kendi çıkarları için kullandıkları
nakli ilimlere ağırlık vermelerinin olumsuz etkilerinden kurtulmak
için, İslamı kamusal alandan çekmek zorunda kalmıştır. Ancak
ilerleyen zamanda Cumhuriyetin seçkinleri ile halk tabanı arasında
kopukluk başgöstermiş, seçkinler halka yabancılaşmış, halkı hor
görmeye başlamışlardır. Özellikle kamu kuruluşları başta jandarma
teşkilatı olmak üzere ceberrut bir anlayışla halk üzerinde tahakküm
oluşturmaya başlamıştır.
Halkın, yaşam tarzına yönelik bu hareketler, zaman içinde
İslamiyete karşı tepkiye dönüşmüştür. Halk ile devlet tamaman
ayrışmaya başlamıştır. Demokrat Parti ile daha sonra kururulan Milli
Nizam, Milli Selamet gibi siyasi partiler ile Aydınlar Ocağı’nın
Türk-İslam sentezi benimseyen kesimler ceberrut devlet anlayışından
doğan anaforu doldurmaya başlamışlardır. Bütün bu birikimler
günümüzde AKP’nin doğmasına sebep olmuştur. Zaman zaman İslam, bazen
milliyetçi, çoğu zaman da batıcı pragmatik politika üreten bu siyasi
parti, bu gün için Türkiye’nin merkezine oturmuştur.
En çarpıcı örnek olarak yukarda Gagavuzları belirtmiştik. Oğuz
soyundan gelen ve ari Türkçe konuşan bu Hıristiyan toplum, sadece
dini inancından dolayı mübadelede Yunanistan’ı tercih etmiştir.
Son olarak şunu söyleyebiliriz: Milletin inanç ve kültürüne muğayir
siyasi hareketler kısa zamanda tarihin tozlu sayfaları arasında
unutulup gitmiştir. Bir toplumun inanç ve kültürünü yok ne kadar yok
sayarsan say, su akar mecrasını bulur.
………………………………………..
Yararlanılan kaynaklar:
1) Türk Çağdaşlaşması: prof. dr. Ercüment Kuran
2)Kutsal Sentez: İoannis N. Grigoriadis
3) Türkçülüğün Esasları: Z. Gökalp
4) Samet Ağaoğlu: Babamın arkadaşları
5) Nutuk: M. Kemal Atatürk