GİRİŞ
2012 yılında, eğitim sistemimizle ilgili olarak içimizi karartan bir olay eğitim camiasını bir bütün halinde güç durumda bıraktı. Üniversite yerleştirme sınavında 1 milyondan fazla öğrencinin matema-tik sorularına el sürmeden sınav kâğıtlarını teslim etmesi, üzerinde büyük bir ciddiyetle durulması gerektiği halde kamuoyunda pek ilgi görmedi. 2012-2013 eğitim yılında bu konuda hangi tedbirlerin alındığını öğrenmek de mümkün olmadı. Ancak 2014 yılı son günlerinde Osmanlıca derslerinin zorunlu ders olarak okutulması geniş katılımla tartışıldı.
Diğer yandan, 2013-2014 eğitim yılına hazırlanırken, Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın, eğitim politi-kasına ve milliyetçilik anlayışına ışık tutan fikirleriyle karşılaştık. Şöyle dedi bakan: “Bu ülke Müslüman bir ülke. Yüzde 99’u Müslüman. Tarihten gelen bir yapısı var. Türkiye’nin bulunduğu coğrafya çok zor bir bölge ve Türkiye onun merkezinde bulunuyor. Şimdi Türkiye’nin konumu itibariyle biz icat yapa-mıyoruz, buluş yapamıyoruz. Tarım ülkesiyiz biz. Ne yapacağız biz? … Ara teknik eleman ülkesiyiz biz. O zaman biz çok daha iyi eğitim almak zorundayız. İnsanlarımızı çok daha iyi yetiştirmek zorundayız… Esas milliyetçilik ne biliyor musunuz? …” Bakanın konuşması sayesinde aslında bizi kimlerin yönettiğini öğreniyoruz. Her şey ayan beyan ortaya dökülmüşken konuyu tartışmak yerine, üstü örtülüyor. Toplum katmanlarında kapsamlı bir şekilde müzakere edilmesi gereken konulardan bizi uzak tutmak için sistemli işleyen bir mekanizma oluşturulmuş gibi bir izlenim alıyoruz. Diğer yandan, bizim eğitim camiası, kışlada komutana teftiş veren erat gibi, iktidar karşısında hizayı bozmamayı alışkanlık haline getirdi. Zaten on yıldır iktidarda olanlar da her olayda bütün suçu kendinden önceki iktidarlara yüklüyor. Oysa eski iktidarlara oy veren seçmen şimdi ona oy veriyor. Eski iktidarların bazı bakanları ve vekilleri şimdi onun yanında. Ne kadar ilginçtir ki, başbakanın konuşma yaptığı salonlarda en ön sıraya oturuyorlar ve başbakan kendinden öncekileri suçlarken onu ayağa kalkarak alkışlıyorlar.
İktidar eğitim sistemimizle yakından ilgili. Reform cilasını kullanarak bir şeyler yapıyor ama sözde reformları eğitim kalitesini yükseltecek içerikten yoksun. Yok, efendim her öğrenciye bilgisayar, her öğrenciye tablet vereceğiz diye ekran karşısında konuşmalar yaparken bir de öğrendik ki meğerse bir milyondan fazla öğrencimiz matematik sorularına elini sürmemiş. Gerçeğin ortaya çıkmasından sonra konunun üzerinde neredeyse hiç durulmamasına, hatta facianın gözden kaçırılmasına bakılırsa, gele- cek yıllarda eğitim sorunumuz daha da büyüyecek gibi durmaktadır. Bu satırların yazarı, devletimizin sağladığı imkânlar sayesinde hasbelkader Türkiye’de en üst düzeyde eğitim alma fırsatı yakalamış kişilerden biridir. Önce işçilik, sonra devlet memurluğu ve ardın-dan da askeri bir üniversitede öğretim görevlisi olarak askerliğini yapmış ve daha sonra dünyaya açılmış, dünya çapında birçok deneyim yaşamış, başka ülkelerin eğitim sistemleriyle ülkemizin sistemini kıyas zemini bulmuştur. Halen de dünyada bilim ve teknoloji alanındaki araştırmaları ve gelişmeleri yakından izlemektedir. Türk insanının bu tür çabaların içinde pek bir yerinin bulunmadığı herkesin bildiği bir gerçektir. Durumun daha uzun yıllar sürmesi tehlikesi ve hatta son zamanlarda ortaya çıkan örneklerden açıkça görüldüğü gibi, daha bile geriye düşme durumu gözlenmektedir. Bize göre, bu hal düpedüz bir milli güvenlik sorunu halini almıştır. Sadece bilim insanı yetiştirmek için değil, araştıran, sorgulayan, keşfeden, yerine göre kendini dahi eleştirmesini bilen ve böylece kendisi olarak yaşamaya azimli bir nesil yetiştirmek gibi büyük bir görev eğitim camiasının önünde durmaktadır. Görevin yerine getirilmesi için topyekûn seferberlik gerekmektedir.
ALTI TEMEL İLKE
Eğitim reformunun altı temel ilke doğrultusunda biçimlendirilmesi gerekir. Aksi halde, ülkemizi güvenli bir geleceğe taşıyabilecek nitelikli insan yetiştirmek mümkün değildir. Bunlar tartışılmalıdır falan diyerek topu taca atmayalım. Eğitim reformu çalışmaları bu ilkelerin önemini kavrayabilen ehli-yetli kimselere teslim edilmelidir. Söz konusu ilkeleri şöyle özetleyebiliriz:
Matematik ve Türkçe eğitimi dal ayrımı yapılmaksızın bütün öğrencilere olabildiğince kapsamlı olarak verilmelidir. Çünkü Türkçe de matematik de aslında aynı şeyin iki cephesidir. Bin yıl önce ma-tematik bilmeyenler medresede hiçbir konuda ders veremezdi. Büyük matematikçiler bu gerçekten yola çıkarak, matematiği mantığın şiiri olarak nitelerler. Matematik eğitimi, düşünmeye hazırlanan beyinleri formatlama sanatıdır. Ancak matematik bilenler, yani doğru formatlanmış beyinler Türkçe-mizi en doğru şekilde kullanabilir. Her ne düşünüyorsak, bunu apaçık bir netlikte ifade edebilmenin incelikleri matematikte saklıdır. Sadece iyi fizikçi olmak için değil, iyi edebiyatçı olmak için de mate-matik gerekir. İyi edebiyatçılarda ileri düzeyde mantık bilgisi ve mantığı doğru ve yerinde kullanma becerisi vardır. Masal bile anlatsalar, ifade gücünü mantık sayesinde kazanmışlardır. Edebiyat, beyni-mizde oluşan düşünce bulutlarını başkalarına dil aracılığıyla aktararak aynı bulutları onlarda da oluş-turabilme sanatıdır. Eski çağlarda matematik bugünkü gibi simgelerle yapılmazdı. Mantığın yol göste-riciliğinde arı ve duru ifade gücüyle yapılırdı.
Bu başlık altında şunu da ekleyelim ki, edebiyat derslerinde, insanlığın ufkunu açan büyük bilim insanlarının, kâşiflerin, dâhilerin, zorluklarla mücadele ede ede büyük başarı kazanmış insanların hayatını anlatan kitaplara geniş yer verilmelidir. Öğrenciye okutulan edebi metinlerde zorluklarla mücadele sanatını geliştirmeyi ve hataları tecrübeye dönüştürebilmeyi hedefleyen yazılara ağırlık verilmelidir.
Fizik, kimya, biyoloji gibi fen dersleri bilim tarihi üzerinden yapılmalıdır. Bilim dünyasında kullanılan temel matematik formüllerinin ezberlenmesi bilimsel eğitim demek değildir. Bunların nasıl ortaya çıktığı, nasıl geliştiği ve bugünkü düzeyine nasıl geldiği, teknolojiye nasıl aktarılabildiği de bilinmelidir. Bilim tarihi üzerinden eğitim, öğrencinin bilim insanları büyük ailesine dâhil edilmesi demektir. Öğrenci; büyük bilimsel deneylerin nasıl tasarlandığını, deney sonuçlarının nasıl yorumlandığını, büyük başarılara imza atmış düşünürlerin de hata yapabildiğini, hata yapmanın onur kırıcı olmadığını, bilimin, bir düşünürün bir başka düşünürün hatasını bularak ilerlediğini ama kendisinin de kendinden sonra gelenlerin düzeltmesi gereken hatalar yapabileceğini anlaması, iyi niyetini koruduğu takdirde hata yapmaktan korkmaması gerektiğini öğrenmelidir. Kısacası, bilimsel çabaların ne kadar insanca olduğunu anlamamız, cesaret ve istekle katılım için gerekli bir başlangıçtır.
Eğitimin böyle olması olmazsa olmaz şarttır. Çünkü öğrencinin, metal hurufatla basılarak önüne konmuş yazıların başka insanların eseri olduğunu, bazen tamamen yanlış, hatta kasıtlı bir aldatmaca veya kısmen hatalı bir çalışma olabileceğini peşinen bilmesi gerekir. Ancak bu sayededir ki sorgulayıcı bir zihin yapısı kazanabilir. Fen eğitimi verilen bütün öğrenciler, insanlığın kaderini değiştiren büyük bilimsel deneyleri bizzat tekrarlamalıdır. Bu konu da olmazsa olmaz bir şarttır. Eğer öğrenci böyle bir ortamı soluyarak yetiştirilirse ancak o zaman kendisinin de insanlığa önemli katkılar sağlayabileceğini düşünmeye başlayabilir. Eğer sonuçta yine bir sıralama sınavı yapılacaksa, öğrenci bizzat yaptığı bütün deneylerden soru çıkacağından emin olarak çalışmalıdır. Unutulmamalıdır ki, deney, beş duyuyla eğitim demektir. Ezbere da-yalı eğitimden geçirilenlerin hayatının sonuna kadar kendilerini güdüleyen birilerine ihtiyacı olur. İnsanları kendi çıkarları doğrultusunda güdülemeye çalışan ve bu işte küresel çapta büyük mesafe almış güç odakları olduğunu bilmeyen yoktur. Söz konusu odakların emelini boşa çıkarmak için ve dünyaya alternatifler sunabilecek nesiller yetiştirmek için doğru yapılandırılmış eğitim sistemine ihtiyacımız vardır. Bu konu Türkiye’mizin olmazsa olmazıdır. Birinci dereceden stratejik önem taşır.
Üçüncü olarak, kamuoyunda zaman zaman tartışılan yabancı dille eğitim konusuna değineceğiz. Bilimin bütün dallarında eğitim Türkçe olmalıdır. Yabancı dille eğitim ancak sömürge ülkelerin-de (ya da geçmişte sömürge olan ülkelerde) görülen bir durumdur. Türkiye, engin kültürünü günümüzde sergileyebilmek, dilini ve kültürünü geliştirerek geleceğe yansıtabilmek adına yabancı dille eğitime derhal son vermelidir. Bu politika yabancı dil eğitiminin terk edilmesi anlamına gelmez.
Teknik eğitim, demir çelik fabrikaları, petrokimya tesisleri gibi büyük sanayi kuruluşları ortamında ya da Organize Sanayi Bölgeleri ve tersane bölgeleri ortamında yapılmalıdır. Çok üniversite açmakla, özel üniversiteler aracılığıyla bedeli karşılığında herkese istediği gibi bir diploma vermekle bir yere varmak mümkün değildir. Düşünceyi eyleme geçirecek yol, düşünce ile el becerisini bir arada geliştirmektir.
Çin bugün dünyaya kafa tutuyorsa, bu, birçok hatalı uygulamaya imza atan Mao Zedung’un bir şeyi doğru yapması sayesinde mümkün olmuştur. Onun sanayileşme stratejisi, üretici güçleri geliş-tirmek, düşünmeye cesaret etmelerini sağlamak, düşünceyi eyleme geçirme isteği uyandırmak, Çinli gençlerde Çin toplumunun öz gücüne güven duygusu geliştirmek, yıllarca hiçbir şey üretmeden toplumun sırtından geçinen üniversite çevrelerini üretkenliği örgütlemek adına baskı altına almak ve onların, merkezinde kendilerinin çöreklendiği kronik statüko oluşturmalarına engel olmak gibi parayla, sermayeyle ya da genel geçer ekonomi terimleriyle ifade edilemeyen ilkelere dayanır. Mao, bu amaçla, işçi-mühendis yetiştiren üniversiteleri büyük sanayi kuruluşlarının ortasına kurmuş, bilimsel araştırmaların Çin’in gerçeğiyle ve ihtiyaçlarıyla bağ kurarak Çin halkının ortak çıkarına göre yönlendirilmesi için küçük, orta ve büyük sanayi tesislerinin üniversiteye yakın durmalarını ve birlikte çalışmalarını öncelikle sağlamıştır. Çin’le ilgili bildiklerimizi Çin/3500 Yılın Köşe Taşları adlı kitabımızda ve Japon kalkınmasıyla ilgili bildiklerimizi de Japonya/Bir Yükselişin Kısa Hikâyesi adlı kitaplarımızda inceledik. Bu makalemizde, yer darlığı nedeniyle, güvenli geleceğimizi hazırlayacak ileri eğitimin olmazsa olmaz temel ilkelerini ana hatlarıyla belirtmekten öteye geçmemek durumundayız.
Beşinci ilke olarak tarih derslerinin önemine değinmek istiyoruz:
Eğitim sistemi üçlü sacayağı üzerine oturtulmalı ve özellikle orta öğrenim düzeyinde dal ayrımı yapılmaksızın bütün dallarda ısrarla uygulanmalıdır. Söz konusu sacayağı üç temel derstir: Matematik, Türkçe ve Tarih. Matematik ve Türkçenin bütün öğrencilere dal ayrımı yapmaksızın öğretilmesi gere- ğini yukarıda vurguladık. Bunların yanına tarih derslerini de eklemek gerekir. Tarih dersleri batı eğitim sisteminde bilimsellik düzeyinde verilen bir derstir. Yani tarihin akışı neden-sonuç ilişkileri çerçeve-sinde ele alınır. Konuyu açmak adına şöyle bir örnek verelim: Bu anlayışta Osmanlı tarihi iki temel sorunun cevabını verecek şekilde ele alınır. Birincisi: Nasıl olup da 200 çadırdan ibaret Kayı boyu 3 kıtada hükmeden büyük bir devlete dönüşmüştür ve bunu mümkün kılan etmenler nelerdir? İkincisi: Osmanlı devleti, nasıl ve zamanla ortaya çıkan hangi arızalar yüzünden yıkılmıştır? Osmanlı tarihini bilen bir kişi bu iki konuda esaslı bilgi sahibi olmak durumundadır. Bu soruların cevaplarına kafa yormak, Türk aydını sayılmanın vazgeçilmez şartıdır. Olayın Osmanlıca bilmekle, eski yazıyı okumayı bilmekle bir ilgisi yoktur. Ancak iş bununla bitmez. Nedensellik bakış açısıyla dünya tarihi de bilinmelidir. Daha genel ifade edecek olursak, nedensellik sorgulamasından ayrılmayan tarih bilgisi aydın olmanın olmazsa olmazlarındandır. Geleceği görmek için tarih bilgisi, uzağı görmek için teleskop gibi işlev görür. İleriyi görmek için geriye bakmak gerekir. Geriye baktığımızda alacakaranlık-ta ne kadar derini görebiliyorsak, ileriye baktığımızda sis perdesinin içini de o kadar derinlemesine görebiliriz. İki bin yıl önce Romalı Cicero, Roma senatosunda kürsüye çıkar ve “geçmişten habersiz olmak demek her zaman çocuk kalmak demektir”, derdi. Batılılar iki bin yıllık bu dersi tuttular. Öyle ki, Türk tarihiyle kıyas kabul edebilir derecede bir tarihten yoksun olduklarının farkına vardılar ve bu yüzden kendilerine hayali bir tarih tasarlayarak, nesillerini yetiştirdiler. İşin ilginci, tarih bilincinden yoksun olan milletleri yalanlarına inandırdılar. Tarih dersleri, tercüme kitaplardan okunamayacak olan konulardandır. Atatürk ,Türk Tarih Kurumu’nun açılışında yaptığı konuşmalarında tarihçilerimize şöyle yön gösteriyor: “Her şeyden önce dikkat ve özenle kendi seçeceğiniz belgelere dayanınız. Yoksa bin bir şarla-tan ve bin bir ulusun tarihçisi geçinen sokak siyasacısının oyuncağı olursunuz.” Bu konuda söylenecek çok şey var. Ancak uzun uzun anlatmamıza gerek bırakmayacak kadar ve-ciz bir yazıyla konunun stratejik önemini ortaya koyabiliriz.
Diğer bir önemli konu, insan beyni üzerinde son yıllarda yapılan bilimsel çalışmaların sonuçlarını eğitim sistemine yansıtmakla ilgilidir.
Yakın zamanlarda, bilim dünyası eğitim sistemini yeni baştan düzenlenmesini gerektiren çok önemli bazı gerçekleri ortaya çıkardı. İnsan beyni sadece aklımızın yuvası değildir. Beyin iki şeyin birden yuvasıdır: Duygu ve akıl. Duygularımız çalışmıyorsa aklımız da çalışmaz. Duygusuz beyinde akıl patinaj yapar. Hiçbir konuda karar veremez. Nesnelerle dolu olan dünyada, nesneler arasında tercih yapmamıza yardımcı olan şey duygularımızdır. Grek düşünürü Eflatun’dan beri, beynimizin görevinin bizi duygularımızdan korumak ve bu amaçla da aklı güçlendirmek olduğu şeklinde bir eğitim anlayışı genel kabul görüyordu. Oysa bugün gerçeğin şöyle olduğu anlaşıldı: Duygularımız olmasaydı akıl diye bir şey olmazdı. Hissedemeyen beyin karar da veremez. Duygularımızdan yoksun kaldığımızda, en basit kararları bile alamaz hale geliriz. Bugün biliyoruz ki psikopatlar duygusal beyini hasarlı olan kişilerdir. Psikopatlarda ahlaki duyguları yönlendiren kararlar eksiktir. Duyguların olması gereken yerde kocaman bir boşluk vardır. Psikopatlar topluma karşı şiddetli suçlar işlerler; çünkü duyguları onlara asla karşı koymaz. Onların beyninin içinde attıkları her adımı meşrulaştırmaya yarayan akılcı avukat dışında hiçbir şey bulunmaz.
Oysa ahlaki kararlar başka insanları hesaba katmayı gerektirir. Zihnin, diğer insanların zarar gör-mesini engelleyecek bazı yapılar geliştirmesine eğitim sistemi yardımcı olmak durumundadır. Zihnin, tanımadığı insanların haklarına, acılarına, içinde bulundukları kötü duruma karşı duyarlı hale getiril-mesi için eğitim aşamasında desteğe ihtiyaç vardır. Eğitimin temel amaçlarının en başına, akılcı beyin ile duygusal beyini sağlıklı bir denge içinde geliştirmek ve tutmak ilkesi yerleştirilmelidir. Sorgulayıcı nitelikler kazandırılmadan sözde eğitilmiş birey, 21. yüzyılın en büyük silahı olan algı yönetimi yöntemleriyle aldatılmaya yatkın hale getirilmiş demektir. Bu durumdaki insanlara hiçbir anlam ifade etmeyen kurallar öne sürüldüğünde sorgulamadan uyma eğilimine girerler. Beyin deney-leri, insanların kurallara uymaya programlanmış olduğunu keşfetmiş ve bu gedikten girerek bireyi istismar etmenin mümkün olduğunu ortaya koymuştur. İnsanların neden kolayca itaat ettikleri artık biliniyor. Bu bilgiler sayesinde, itaati kolaylaştıran yol ve yöntemler de geliştirilmiştir. İnsanları yanlış yollara sürükleyebilecek bir diğer konu da yalnız kalmak korkusudur. İnsan bir gu-ruba ait olma ihtiyacı duyar ve yalnız kalmaktan korkar. Nörologlar, beyinde aidiyet duyduğu guruba uymayı kolaylaştıran bir bölge olduğunu keşfettiler. Beyindeki bu bölge bir şekilde aktive edildiğinde mantıksal kısım olaya dâhil olmuyor. Böylece insanlar kolayca itaat ediyor. Çünkü insan beyninde kestirme kararlar verme eğilimi çok yüksektir. Bu gediği bilenler, gerekli sıklıkta tekrarlarla baskın medya ortamında televizyon camına yapışık yaşamayı seçen bireyi istediği gibi biçimlendirebilir. Guruba ayak uydurma güdüsü yüzünden kültür hayatımız giderek monotonlaşıyor. Toplum katmanları düşünce zenginliğinden uzaklaşıyor ve hep aynı hataları yapan insanlara dönüşüyoruz. Oysa sağlıklı toplum olabilmek için aramızda bizim hatalarımızı görüp uyarak ya da bize muhalefet eden yeteri kadar insan bulunmalıydı. Küresel güç odaklarının geniş imkanlar tahsis ederek uyguladığı manipülasyon yöntemleri sayesinde, hatamızı görüp bizi uyarabilecek insanların sayısı iyice azaltıldı. Bir başka deyişle, toplum sigorta tertibatından mahrum bırakılır. Bizi biz olmaktan çıkartarak küresel tüccarın istediği kıvamda sorgusuz sualsiz bir tüketici biçimine sokmak isteyen güçlerle mücadele ederek milli kimliğimizi koruyabilmemiz için eğitim sistemimizi tepeden tırnağa ince ayardan geçirmemiz gerekir.
Bu konu 21. yüzyılda özellikle önem kazanmıştır. Küresel güçler insan beyninin açık ve gediklerini anlamak için çok büyük araştırma yatırımları yapıyor. Varılan sonuçlardan dikkatimizi en fazla çeken, insan beyninin açık ve gediğinin çok fazla olduğunun keşfedilmiş olmasıdır. Algı Yönetimi dediğimiz zihinsel yönlendirme yol ve yöntemleri bilimi, söz konusu boşluklardan girerek insanları küresel güç odaklarının çıkarları doğrultusunda evcilleştir-meye çalışıyor. Büyük güçlerin doğru dediğine doğru, yanlış dediğine yanlış dememiz isteniyor bizden. Bir televizyon belgeselinde Amerikalı bir profesör, “bana medya gücü ve gerekli miktarda para verin, bir şehrin halkının yüzde 80’inin algısını tersine çevireyim”, demişti. Bu tehdide karşı savunma mekanizması oluşturmak için eğitim sistemimizin temel ilkeleri üzerinde ısrarlı çalışmalar yapmak gere-kir. “Televizyon camına sinek gibi yapışarak televizyon okuyan ama kitaba uzaktan bakan insan”, algısını yönetmek için gerekli laboratuar ortamına çekilmiş olan insandır. Medya bu isteğe kolayca boyun eğen insan üretmek için bir dönüştürücü işlevi görüyor. Bu başlık altında şu hususa da değinmekte fayda vardır: Başarısızlık korkusu öğrenmeye ket vuran bir duygudur. Eğitim sistemi hatalarımızın aptallık belirtisi olmadığını, tersine, düşünmenin ve bilginin doğal uzantısı olduğunun farkına varılmasını sağlayabilmelidir. Büyüklerimiz bunun farkındaymış ki, Türkçemizde “elini korkak alıştırma” diye bir öğüt vardır. Konuyu desteklemek için şunu da eklemek isterim:
Kişi yeteneklerini ve kusurlarını, güçlü yanlarını ve eksiklerini kendi kendine dürüst bir şekilde değerlendirebilmelidir. İnsanın kendisini geliştirebilmesinin sırrı özeleştiri yapabilmesinde saklıdır. Özeleştiriden kaçınmak, kendi kendimizi kandırmanın en kestirme yoludur.
Son olarak, ebeveynlerin çocuklarını hayata hazırlama yol ve yöntemlerine de dikkat çekmek istiyoruz. Ana babalar, çocuklarını adeta fanus altında, pamuklara sarılı olarak büyütme eğili-mindedir. Çocuklarının bir dediğini iki etmiyorlar. İmkânları olanlar çocuklarının bütün isteklerini yeri-ne getirmeyi çocuk yetiştirmenin bir gereği gibi algılamış görünüyorlar. Hiçbir tehlikeye girmemeleri için büyük özenle yetiştirilen bu çocuklar, hayatları boyunca kendilerine bakacak insanlara ihtiyaç duyacaklar, sorunlardan kaçacaklar, başarısızlığın suçunu yıkacak insanlar arayacaklar ve bütün bu eksiklikleri yüzünden dolu dolu gerçek bir hayat yaşamaktan mahrum kalacaklardır. Üstelik sokakta büyüyen, çocukluğundan beri birçok risk alan erken yaşta hayat deneyimi kazanmış, olgunlaşmış, fakat kaderin bir cilvesi olarak eğitimsiz kalmış başka çocukların resmi ya da gayri resmi yönetimi ve yönlendirmesi altına gireceklerdir.
2012 Londra olimpiyatlarında yaşadığımız büyük başarısızlık da buradan kaynaklanıyor. Sporun bütün dallarında başarısızlıklar birbirini kovalıyor. Doping ve şike konusunda dünya çapında şöhretlerimiz var. Ama konu Türkiye gündeminden itina ile uzaklaştırıldı. Atletizmde iki genç kızımızın kazandığı madalyalar, Türk insanının sporda en üstün başarılara imza atabilecek kapasiteye sahip olduğunu itiraza yer bırakmayacak derecede göstermiştir. Buna rağmen madalyaların sayısı çok azdır. Çünkü iyi beslenen, sağlıklı ve imkânları geniş ailelerin çocukları hem okulda hem de aile içinde yanlış eğitim aldıkları için hayata azim ve irade sahibi olarak atılmayı başaramıyorlar. Yabancıların başarılarını kendilerinin de gerçekleştirebileceği düşüncesine erişememiş durumdalar. Spora geniş eğitim kadroları ihdas edildiği ve herkesin spor yapabilmesi için borç parayla sayısız tesis inşa edildiği halde, uluslararası alanda ters performans ortaya çıkmasının nedeni de aynıdır. Düşüncemizi bir kez daha özetle şöyle ifade edelim: Türk insanı dünya ile rekabet hevesini henüz düşüncede başlatamamıştır. Riskleri başkasına yüklemek ama başarılı sonuçlara ortak olmak gibi yetersiz bir zihniyetin esareti altındadır. Ana babalar şunu unutmamalıdır ki, kendi evlatlarımızın eğitiminde görev alma önceliği, okuldan ve öğretmenden ziyade kendilerine düşmektedir. Bu makalemizde genellikle eğitimin, kitapların dışındaki eksiklerinden ve pek dikkate alınmayan temel ilkelerinden söz ettik. Eğitim sistemimiz, kitaplara (özellikle de test kitaplarına) kapanmaktan mut-laka çıkarılmalıdır ve beş duyumuza birden hitap edebilen, düşünceyi hayata geçirme iştahı kazanmış, hem düşünen hem de el becerisi kazanmış gençler yetiştirmeyi hedefleyen bir yapıya kavuşturulmak zorundadır. Sözlerimizin sonunda çok önem verdiğimiz bir hususu tekrarlamak istiyoruz: Türkiye için eğitim sorunu, geçmişte olduğundan çok daha fazla bir milli güvenlik sorunu haline gelmiştir. Bu yüzden, milletimize güvenli bir gelecek hazırlayan tutarlı bir eğitim sistemi adına her zamankinden daha yoğun, kararlı ve ısrarlı bir mücadeleye girişmek gerekiyor. Eğitim deyince, öğrenciye işe koşulacak bilgi yükleme, hayat için gerekli donanımı kazandırma sürekli eylemi akla gelmelidir. Yukarıda sıraladığımız, eğitime dair olmazsa olmaz şart olarak öne sürdüğümüz temel ilkelerin hiçbiri Türkiye’de uygulanmamaktadır. Elektron bombardımanı altında tutulan Türk genci kendisi olmak için değil de Batılılara güven duyan, değişim ve uyum adı altında onları taklit ederek yaşamayı benimsemiş bir düşünce yapısı telkini altında tutulmaktadır.
Cephede Yazılan Satırlarla Tarih Dersi
1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı’na Doğu cephesinde katılan Mehmet Arif Efendi, yayınladığı Başımıza Gelenler adlı eserinin başlangıcında, başımıza gelenlerin ilk nedeni olarak bakınız ne diyor: “Akıl bu ya! Önceleri tarih ilmine hiç önem vermezdim. Bilinmezse ne olur? Gereksiz ve faydasız, yalnızca bir bilgiçlikten ibarettir derdim. Bilinmesiyle bilinmemesini eş tutardım… Fakat son olarak yaşadığım tecrübelerin yardımıyla aklım başıma geldi. Anladım ki meğer iş öyle değilmiş. Tarih o kadar önemli, o kadar dikkate değer bir ilimmiş ki, tarih bilinmezse, devlet gemisinin dümeni, istenilen yöne doğru çevrilemez. Tarih bilmezlik, siyasi olarak, devletçe çok büyük noksan ve hataların meydana gelmesine sebep olur. Tarih, bir milletin bakıp bakıp, varsa ayıp ve noksanlarını görüp düzeltmesi için bir aynadır. Gerçeği gösteren ve gelecek nesillerin gözleri önüne seren bu ayna, ayıp ve kusurları olmayan milletlerin, mücadele yeri olan şu dünya pazarına, güzellik ve olgunluklarına şükrederek, şık bir kıyafet ile çıkmalarına yarar. Başkalarını ve eskileri bırakalım da şu yakın zamanları ele alalım. Daha dört gün önce, Osmanlı devletinin emir ve fermanına mahkûm şu ehemmiyetsiz Mora eyaletini “Yunan” şekline sokan, tarihtir… Romanyalıları, Sırpları, Karadağlıları, Bulgarları birer bağımsız devlet şeklinde “Balkan hükümetleri” adıyla dirilten, yine tarihtir. Ermenilerin dili altında ileri geri şeyler bulunduran, yani, âlemin nazarına kuvvetli bir siyasi varlık olarak çıkıp görünmek hevesini ve onlarda da zamanın modasına uygun milliyet aşkı ve kavmiyet sevdası uyandıran yine tarihtir. Tarih olmasaydı, 1877 yılında Rumeli kıtamız bir savaş ve gürültü patırtı ateş ve sesi kesilmezdi… Şu Rumlar yok mu şu Rumlar, yıkılıp ortadan kalkan şu Yunan devleti ile bozuk bir lisandan başka şimdi ahlakça, verasetçe ve nesepçe hiçbir ilişkileri olmadığı halde, tarihin tesiriyle müfrit kesilmişlerdir. Rumların ufak bir diyakozu papazı, Eflatun ve Aristo’nun ders çemberinde yetişmiş bir hünerli ve gündelik ihtiyaçlarını karşılamaktan aciz, tembel bir Rum palikaryası Makedonyalı İskender’in torunu imiş gibi bir çalımla varlık gösterir de, canlı kanlı bir asker oğlu asker kesilir… Kısacası, bizim kolumuzu kanadımızı kırıp hareketsiz bırakan bozgun silahı, hepimizin ve iş başındaki devlet adamlarımızın çoğunun, tarihten ibret almayışıdır. Düşmanlarımızın şanlarını yükseltmek sebebi ise, her ferdinin, milletinin tarihini, kavminin serüvenini bilmesi ve inanmasıdır…
İddia edebilirim ki, insancasına yazılmış muhakemeli bir tarih, yalnız başına insanı canlandıracak, harika bir güce sahiptir. Gerçekten böyle bir tarih, ölüleri mezardan çıkarır derlerse yeridir. Fakat tarihteki ruh kavramı, parlak bir fikirle beraber, akıllı bir rehber ve eğitici tarafından gençlerin zihinlerine, taşa nakşolunur gibi yazılmalıdır. Din ilmi üstatlarına “Ruh terbiyecisi” denilirse, tarih muallimle-rine de amma kıssa anlatanlarına değil- “Kahramanlık babası” denilmelidir… Muhakemeli bir tarih öğretmeni bir milletin mayasına gayret ve hamiyet tohumunu saçar. İş adamı olmak üzere yetişecek milletin çocuklarının fikrini aydınlatır. Onları milletin mutluluğunu sağlama yoluna sevk eder. Ders esnasında vereceği somut ve mantıklı örneklerle, öğrencilerini hayalperest olmaktan kurtarır. Halkın zihnine mantılı olana inanma yetisini yerleştirir. Yoksa bizde, şimdi okullarda okutulan tarihe, tarih dersi okunuyor, demek abestir. Bunları dinleyenler birer yazıcı, anlatanlar ise masalcıdır… Siyasi varlığımız daha eldeyken, ileri gelenler, ümmetin ahlakına musallat olan fesadın yok edilmesine, Allah rızası için el birliği ile çalışsınlar. Kahramanlık ruhunu ve milletin devamı aşkına en ücra yerlerdeki köylerin okullarına bile yayacak, parlak fikirli öğretmenler arasınlar. Eğer yoksa icat etsinler. Bize ve bizden öncekilere ait tarihleri araştırarak, geçmiş olayları iyice öğretsinler.”
*Sitemizde köşe yazarı olarak yazı yazan yazarlarımız kendi yazılarından sorumludur ve hiçbir şekilde yasal sorumluluk kabul edilmez.