Featured model: Charlize Theron
Konferanslar
Web Sitemize Hoşgeldiniz...
    Reklamlar Sağ
      
      Prof Dr. Kemal ÇELİK

      Prof. Dr. Kemal Çelik – Birinci Dünya Savaşı ve Osmanlı İmparatorluğu(Konferans Metni ve Resimleri)

       

       

       

      Avrupa’da Milliyetçilik (Nationalism) ve Yeni Devletlerin (Prusya, İtalya) Kurulması

       

      Maceraperest  Avrupalıların, kral ve kraliçelerin desteğiyle, yeni yerler bulmak ve hep batıya giderek dünyanın yuvarlaklığını ispat için çıktıkları coğrafî keşifler, gittikleri ülkelerin tüm hazinelerini, yer üstü ve yer altı zenginliklerine el koymaları ve yerli halkı yarı aç yarı tok çalıştırarak ülkelerine taşıdıkları maden ve tarıma dayalı üretimleri bozulmadan değerlendirmek için tarım ve metal sanayini geliştirmeleri sonucunu vermiştir. Avrupa ülkeleri, gittikleri bu ülkeleri ateşli silahlarının üstünlüğü ile sömürge haline getirmiş, buralardaki yerli halkın önemli bir kısmını da ülkelerine götürerek orada aynı şekilde çalıştırmışlar, ürettikleri kaliteli ve bol sanayi ürünlerini ulaşabildikleri tüm dünya ülkelerine pazarlayıp satarak zenginleşmişlerdir.

      Coğrafî keşifler sonrası ülkelerine zengin dönen ve sanayinin oluşmasıyla daha da zenginleşen Burjuva diye adlandırılan bu kimseler, Fransa’da asillerin pek çoğundan daha zengin olduklarını söyleyerek kendilerinin de asil sınıfa dahil edilmesini istemişler, “sonradan asil olunmaz, asil doğulur” cevabını almışlardır. Bu cevap üzerine Burjuvalar, ellerindeki maddî olanaklarla işçi ve köylü sınıfını destekleyerek, halkın büyük çoğunluğunun memnun olmadığı kral ve yönetimini ihtilalle devirmeyi başarmışlardır. Avrupa’daki diğer kral ve imparatorlar, Fransa halkını örnek alarak kendi halklarının da ihtilal yapıp kendi yönetimlerini devirme girişiminde bulunacağı düşüncesiyle krallık yönetimini tekrar işbaşına getirmek için Fransa’ya savaş ilân etmişlerdir. Bu diğer kral ve imparatorların Fransa ile savaşa girmesi, Fransızları birlik ve dayanışmaya yöneltmiş ve Fransa’da milliyetçilik (nationalism) akımının ortaya çıkmasına ve gelişmesine yol açmıştır. Fransa ve Napolyon son olarak 1814’de Waterloo Savaşı’nda yenilmişse de Fransa’da başlayan milliyetçilik akımı o dönemden itibaren bütün Avrupa ve dünyaya yayılmıştır. Avrupa’nın diğer krallık ve imparatorlukları da korktuklarına uğramış ve 1818’den itibaren Avrupa’da milliyetçilik, özgürlük, adalet ve eşitlik isteğiyle çıkan ayaklanmalar ancak 1848’de sona ermiştir. Milliyetçilik akımı ağır basmış ve 1870’te Avrupa’da Bismark Prusya (Almanya), Kont Cavur ise aynı yıl İtalyan milli birliğini kurunca Avrupa’da iki yeni devlet ortaya çıkmıştır. Bu devletler de ekonomik yönden güçlü hale gelebilmek için sömürgeci emperyalist bir politika takibine girişmişlerdir.

      Milliyetçiliğin zamanla ilerlemesi ile birlikte teşkilatçı bir ruh ve eleştirel düşünce sahibi Avrupalı beyaz adamlar, fikri ve bilimsel alanlarda ulaştıkları üstünlüğü, sarı ve kara derililer karşısında emperyalist ve sömürgeci bir anlayışa çevirmişlerdir.

      Osmanlı İmparatorluğu’nun İstanbul’u ele geçirerek Bizans İmparatorluğu’nu yıkması ve coğrafî keşifler sonrasında Avrupa, rönesans ve reform hareketleriyle felsefe, edebiyat ve güzel sanatlar alanında da dünyanın belli bir bölümünde etkili olmuş, fikir hayatına da yön vermiştir. Özellikle Amerika kıtası fikrî yönden Avrupa’nın etkisinde kalmıştır.

      Birinci Dünya Savaşı Öncesinde Avrupa’da Siyasal ve Sosyo-Ekonomik Durum

      Avrupa’da sanayinin kurulması ve sanayi toplumunun oluşması 18. yüzyılın ortalarında başlamıştır. 1700’lerde başlayan bu endüstriyel üretim 19. yüzyıl boyunca sürmüş ve Avrupa’da toplumun sosyo-ekonomik ve hatta sosyo-kültürel hayatında büyük ve önemli değişikliklere yol açmıştır. Köylü ve tarım üreticisi olmaktan çıkan Avrupalı toplumlar, kurulan fabrikalarla birlikte şehirleşmeye ve sanayileşmeye yönelmişlerdir. 1800’lü yıllarda tarımla uğraşan nüfus oranı %90 iken, 1900’lerde bu oran %50’ye düşmüştür. Bu durum önemli bir nüfus artışını da beraberinde getirmiş, 1800’lü yıllarda 200 milyona yakın olan Avrupalı nüfus 400 milyona yaklaşmış, Rusya nüfusu eklendiği takdirde 700 milyonu geçen bir rakama ulaşmıştır. Yoksulluk, umutsuzluk ve mutsuzluk Avrupalı toplumları sarmış, o dönemde Avrupa isyanlar ve ayaklanmalarla sarsılmıştır. Bu ayaklanmaların ilk ve ikincisi 1920’lerde, üçüncüsü 1848 ve sonrasında yaşanmış, zamanla Avrupa’nın tamamını ve bütün dünyayı yeniden yapılandıran fikri gelişmelere yol açmıştır. Artık şehirler insanlarla dolmuş, devletçilik sistemi henüz gerçek anlamda kurgulanmadığı için insanların beklentileri yeterince karşılanamamış, nasıl bir düzen kurulacağı, sosyal güvenliğin oluşmadığı bu dönemde sanayi toplumuyla nasıl baş edileceği düşüncesi geliştirilmeye çalışılmıştır. Avrupa bu nedenle dışarıya göç vermeye başlamıştır. Toprağı az olan köylüler başka ülkelere giderek daha iyi şartlara kavuşmak istemişlerdir. Denizaşırı yolculukların kolaylaşması ve vapur ücretlerinin düşük olması bu göçü arttırmıştır. Sanayileşmiş ülkelerde iyi yetişmiş kalifiye işçiler ve teknisyenlerden çok azı yeteneklerine uygun ve yüksek ücretli bir iş bulmak istediğinden bunlar arasında  göçen sayısı daha azdır. Bir bakıma hükümetler, bu göçlerin devleti zayıflatacağından kaygı duymamış, aksine sosyal ve siyasi bakımdan faydalı bulmuşlardır. Göç eden köylü nüfus çok fakir olduğu için hayatından memnun olmadığından, bu küskünler serbest bırakılmış, göç, karışıklıkları önleyen bir emniyet supabı gibi görülmüştür. Göçmenler bazı Avrupa dışındaki devletlerde Avrupa’nın ihraç ürünlerinin ticaretinin gelişmesini sağlamıştır.

      Avrupa’da, toplum ve fertlerin sağlığı ve hastalıklarla mücadele konusunda ileri adımlar atılmış, insanların ömrü uzamaya başlamış, özellikle sanayileşen üretken ve çalışkan yeni bir Avrupalı tipi ortaya çıkmıştır.

      20. yüzyıl başlarında Avrupa, diğer kıtalarda üretim metotları ile çalışma şartlarını ve temposunu zorla kabul ettirerek ekonomik sistemi kendi yönetim ve denetimi altında sürdürmüş, bu kıtalardaki çeşitli kaynakları işletmeye hız vermiştir. Bu kıtalara “el emeği” ve “batı” tekniğini yerleştirecek kadroları sağlamıştır. Sosyal, dini ve politik konularda da eski toplumları kendi düşünce yapısına uydurmaya, kendi düşünce ve anlayışlarını yaymaya çalışmıştır. Katolik, Protestan ve az da olsa Ortodoks Hrıstiyan çok sayıdaki misyonerleri, dünyanın değişik kıta ve bölgelerinde İncil’i bilmeyen, duymayan kimselere ve toplumlara karşı dini propaganda yapmışlardır.

      Avrupalı devletlerin, zaman zaman Osmanlı Hrıstiyanları lehindeki müdahaleleri İslâm kamuoyunda tepkilere yol açmıştır. Türkleri barbar olarak tanıyan ve tanıtan Avrupalılar, İslâm’ı da küçümsemekte ve ilerlemeye engel görmekteydiler. Osmanlı’nın İslâm ve Hrıstiyan halkını birbirinden soğutmaya çalışmış, bazı İslâm ülkelerini sömürge haline getirmeye uğraşmışlardır. Osmanlı içindeki Hrıstiyanları bağımsızlık kazandırmak için kışkırtırken, İslâm ülkeleri ve toplumlarının bağımsızlıklarını yok etmeye çalışmaları ve sömürgeci kötü idareleri nedeniyle Müslümanlar bazı kereler ayaklanmışlardır.

       Avrupa’da Siyasal ve Ekonomik Rekabetin Artması ve Emperyalist Anlayış (Sömürgecilik)

      Avrupalı’nın yaşayışında ortaya çıkan emperyalist görüş ve anlayış özellikle İngiltere, Fransa, Rusya’yı takiben, daha sonra Almanya ve İtalya’da da kendini iyice göstermiştir. Emperyalistler, ekonomilerini düzeltmek ve iyileştirmek yanında devlet olarak stratejik açıdan güven sağlamayı ve devlet olarak nüfuzlarını arttırmayı düşünmüşlerdir. Sömürgecilik şeklinde neredeyse Afrika ve Okyanusya’nın neredeyse tamamında gelişen bu yayılmacı politika, Avrupalıların siyasi yönden de egemenlik kurmaları ile sonuçlanmıştır.

      Avrupa,  dokuma ve maden sanayindeki üretim fazlası için pazarlara olduğu kadar, üretimi yetmeyen veya üretemediği endüstriyel tarım ve madenlere ihtiyaç duymuştur. İhracatın gelişmesi normal ticaret yoluyla yürütülebildiği halde, Avrupalı üreticiler gezici temsilciler göndermek, depolar ve mağazalar açmakla yetinmemiş, dünya üzerinde ekonomik faaliyetleri için elverişli gördükleri bölgelerde ticari kolaylıklar sağlamışlardır. Yeni ülkelere yerleşen kendi vatandaşlarına çeşitli kolaylıklar getiren toprak satın alma, ibadet serbestliği, ticaret özgürlüğü ve yerlilere göre daha az vergi ödemelerini gerektiren özel   statüler sağlamışlardır. Adlî imtiyazları da bunlara eklemek gerekir. Osmanlı Devleti’nde, Avrupalılar arasındaki hukuk ve ceza davaları, Avrupalı konsoloslara verilmiş, Osmanlı mahkemelerinin yetkisi dışında bırakılmıştı. Avrupalılarla Osmanlılar arasındaki davalar Türk mahkemesinde görülse de yargılama bir elçilik tercümanının gözetim ve denetiminde yapılmıştır.

      Sanayici büyük Avrupa devletlerinin ihracatının önemli bir kısmı, Avrupa dışındaki ülkelere yapılmıştır. Avrupalı olmayan ülkelerden ise; ham madde ve gıda maddeleri ithal etmişler veya bu ülkelerde Avrupalı koloni çiftçileri ve yerliler arasında toprakların bölüştürülmesi ve elde ettikleri imtiyazlarla maden arama ve işletme hakkı hatta tekeli elde etmişlerdir. Bu iktisadi gelişmede teknolojik üstünlükle yapımı gerçekleştirilen; o dönemin ulaşım araçları olan demiryolları gemiler ve limanlar önemli rol oynamıştır. İktisadi yönden de Avrupalı devletler büyük bir sermaye sahibi idiler.

      Maden, tarım ve sanayi işletmeleri kurmak, demiryolları yapmak, başka ülke hükümetlerinin çıkardığı tahvilleri satın almak yoluyla sermaye ihraç etmek ve Avrupa dışında daha yüksek faiz oranları ile kârlar sağlamak isteği, Avrupa’da tatlı kâr sağlayamayan kapitalistlerin yabancı ülkelerdeki büyük kredi kurumlarını Asya ve Afrika’ya yöneltmiştir. Bu şekilde sermaye kullanımı Avrupa’da üretilen malların ihracını arttırırken; Yapılan yatırımlarla üretilen malların gelirleri ile Avrupa’nın daha çok miktarda hammadde ve gıda maddeleri alabilmesini sağlamıştır. Kapitalin bu şekilde kullanılması, Avrupalı devletlere kendi kapitalistlerinin çıkarlarını korumak için borçlu devletlere ekonomik, kültürel ve siyasi konularda baskı yapma ve denetim hakkı sağlamıştır. Bu konumda şunu da söylemek gerekir: Sömürgecilik ve sanayinin gelişmesi, Avrupa’da olmayan veya yetersiz olan ham madde ihtiyacını arttırmış, bu da sömürgeciliğin daha çok yayılmasına yol açmıştır.

      Hrıstiyan misyonerler de, dinlerinin olduğu kadar mensup oldukları devlet ve milletin de çıkarlarını unutmamış ve sömürgeleştirme girişimlerine çoğu kez etkili yardımlarda bulunmuşlardır.

      20.yüzyıl başlarında Avrupa, siyasi liberalizmin başlangıcı olan bir yerdi. Temsili rejim, basın hürriyeti, kişi hakları ve güvenliğine birkaç devlet dışındaki devletlerin kanunlarında yazılı olarak yer almış, medeniyetin belirtisi ve ilerlemenin şartı sayılmıştır. Bütün vatandaşların kanun önünde ve vergilendirmede eşit oldukları, seçime dayanan bir rejimin gerekliliği ilan edilmiştir.

      Avrupa’da Silahlanma Yarışı ve Savaşa Etkileri

      Büyük devletlerin karşıt politika ve çatışmaları tarihin derinliklerinden gelmekle birlikte, aralarındaki rekabet yarışındaki asıl amaçlarını büyüyüp gelişmek, ekonomik çıkarlar edinmek ve üstünlük sağlamak isteği belirlemiştir.

      Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa devletleri kamuoylarının duygusal bakış açıları bu dönemin belirleyicisi olmuştur. Milliyetçilik akımının etkisiyle diğer ulusların gözünde ulusal nitelikleri ortaya koyma arzusu, yabancı etkilerin yarattığı nefret duygusu, ilköğretimin yayılması ve günlük gazetelerin çoğalması sonucu Avrupa’nın her ülkesindeki ulusal azınlıkların protestoları, uluslar arası ilişkilerin bozulmasında etkili olmuş, protesto edilen devletleri zayıflatarak rakiplerinin politikasına fırsat vermiştir.

      Devletin gücünü gösterme, itibarını sağlama ve yayılma gücünü arttıran fikir akımları ile propaganda çalışmaları da çok etkili olmuştur.

      Bu durum, Avrupalı devletleri aynı zamanda bir silahlanma yarışına itmiş, silah sanayinin doğmasına ve gelişmesine yol açmıştır. Her biri diğerinden daha etkili ateşli silahlar imaline çalışmışlardır. 1900’lere doğru gelişen uçak sanayi, keşif uçaklarından bombardıman uçaklarına dönüştürülmüş, toplar, tüfekler geliştirilmiş, alev makineleri, kimyasal ve gaz bombaları, imal edilmiş, savaş gemileri yeni silahlar ve teknikle donatılmış, denizaltılar ve tanklar ilk defa Birinci Dünya Savaşı’nda kullanılmıştır.

      Bunları bulan ve geliştiren ülkeler, savaşta kendi silahlarının etkisini de ölçmek istemişlerdir.

      Amerika Birleşik Devletleri ve Birinci Dünya Savaşı’nın Sonucuna Etkileri

      Başkan Wilson yönetimindeki Amerika Birleşik Devletleri savaşın başlangıcında tarafsız kalmıştır. Amerika, savaşan devletlere barış çağrıları yapmıştır. Başkan Wilson, aldığı tavsiyelerin ve siyasi düşüncelerin de etkisinde kalmıştır. Savaşı Rusya’nın yer aldığı cephe kazanırsa, Avrupa’da Rus hegemonyası oluşacağı veya savaş bloklardan birinin tam başarısı ile sonuçlanırsa, Amerika için durum kötü olabilirdi. Almanya kazanırsa, yıllarca Alman militarizminin boyunduruğu altında kalma olasılığı  ürkütücü olmuştu. Savaş uzadığı barış gelmediği takdirde Amerikan kamuoyunun düşman kamplara ayrılması ihtimali de gözden uzak tutulmamıştır. 1915’te, Albay House’u statükonun esas alınacağı ve istila edilen bölgeler için tazminat gerektiren bir barış planı için Avrupa’ya gönderdi. Fakat, bu plan savaşan devletlerin hiç birinin aklından geçmiyordu.

      Fransa ve özellikle İngiltere güçlü donanması nedeniyle denizlerde daha serbest dolaşabiliyordu. Topaklarında bulunmayan hammaddeleri Amerika ve diğer ülkelerden kolaylıkla getirebiliyorlardı. Bu Almanya için pek mümkün değildi. 1915 yılı Şubat ayında Alman Deniz Kuvvetleri, ticaret gemilerine karşı denizaltı savaşı başlatarak ablukayı kaldırtabileceğini düşünmüştür. Amerika’nın ihracatının engellendiğini ve torpillenme tehlikesi geçireceğini bu nedenle savaşan devletler arasına girerek bir uzlaşma sağlayacağı umulmuştur. Amerika hükümeti, 20 Şubat 1915’te, Almanya’dan denize mayın dökmemesini, denizaltıları ticaret gemilerine karşı kullanmamasını, İngiltere’den de sivil Alman halkına gönderilen yiyecek maddelerine engel olmamasını istemiştir. Fakat, Almanya Amerika’nın şartlarını kabul etmeyince, İngiltere ve Fransa da anlaşmaktan vazgeçmişlerdir. 7 Mayıs 1915’te, Amerikalı 118 yolcunun da boğularak öldüğü İngiliz Lusiatania adlı transatlantiği batırmıştır. Bu olay Amerikan kamuoyunu Almanya aleyhine çevirmiştir. 15 Ağustos 1920’de World gazetesi, bir Alman elçiliği mali ataşesinden çalınan İngiltere ve ortaklarına malzeme gönderen fabrikalarda grev çıkarmalarına yönelik casusluk vesikalarını yayınlamıştır. Tam o sırada Arabic şlebi torpillenmiş, üç Amerikalı ölmüştü. Alman hükümeti bir daha yolcu gemisi batırmayacağı sözünü vermiştir. Amerika’nın savaşa katılmasının nedeni, Almanya’nın söz verdiği halde, denizaltılarını yeniden kullanmaya başlaması olmuştur.

       Şark Meselesi (Doğu Sorunu) ve Milliyetçilik Akımının Osmanlı Devleti’ne Etkileri

      Türklerin 4. y.yılda Avrupa’ya göçleri sonrasında meydana gelen Birinci Kavimler Göçü ve 476’da Avrupa’ya yeni Türk göçleri sonunda gerçekleşen İkinci Kavimler Göçü ile Hunlar ve Attila gerçeğiyle karşılaşan Avrupa, bu nedenle göçebe, yazısız, kültürsüz ve medeniyetsiz bir topluluk olarak tanıdığı Türkleri barbar bir millet olarak ilân etmiş, Türkleri ilk fırsatta Avrupa’dan geri atmak üzere Şark Meselesini (Doğu Sorunu) planlamıştır.

      Napolyon ve Fransa’nın Waterloo Savaşı’nda yenilmesi sonunda 1815 Viyana Konferansı’nda, Rus Çarı Alexandr’ın Osmanlı Devleti için ileri sürdüğü Hasta Adam iddiası sonrasında, 18. y.yılın son çeyreğinden itibaren yeniden gündeme taşınmış ve Osmanlı’nın Avrupa’daki topraklarından geriye atılması, 1877-1878’de Rusya’ya yenilmesi sonrasında ise, 20. y.yıldan itibaren Osmanlı’nın vatan topraklarından atılması, Birinci Dünya Savaşı sürerken İtilâf devletlerinin 1915-1917 yılları arasında kendi aralarında yaptıkları Gizli Anlaşmalar ve savaştaki yenilgisi sonrasındaki Mondros Mütarekesi ile de esir hatta yok edilmesi yönünde uygulamaya konulmuştur.

      Fransız ihtilali ve inkılabını takiben Avrupa’da ve dünyada hız kazanan milliyetçilik akımı, değişik uluslardan ve farklı din ve mezheplerden oluşan Osmanlı Devleti’ni de çok olumsuz etkilemiştir. Güneydoğu Avrupa ve Balkanlardaki Osmanlı’ya bağlı topraklarda gözü olan Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ile aynı bölgede Çar’ın tacı altında imparatorluk kurmayı amaçlayan ve Pangermenist Alman politikasına karşı Panislavist bir politika takip eden Rusya’nın, Balkan milletlerini kışkırtıcı politikaları bu bölgede Osmanlıya karşı ayaklanmalara ve bağımsızlık isteklerine yol açmıştır. Osmanlı Devleti bu istek ve ayaklanmalara karşı duramamış, Balkanları kaybetmiştir.

      Genç Türkler ile İttihat ve Terakki’ye göre; Osmanlı’nın üç önemli problemi vardı. Birincisi devletin Müslüman halkı, ikincisi tebaası olan Hrıstiyanlar, üçüncüsü devletin kurucusu olan Türklerdir. Osmanlı Devleti bu üç unsuru beş yüzyıl bir arada tutmayı başarmıştır. Fakat, özellikle 19. yüzyıl sonlarında durum değişmiş, Osmanlı’nın zayıflaması, giderek güçlü hale gelen Avrupa devletlerinin istilacı emperyalist politikası, milliyetçilik akımının devlet içindeki milletleri ayaklandırması ve özellikle Osmanlı’ya bağlı Ortadoğu’da ileride önemi daha çok artacak olan petrolün varlığının anlaşılması ile Osmanlı yıkıma doğru gitmiştir.

      Osmanlı Devleti’ni Savaşa Katılmaya Yönelten Gelişmeler

      Birinci Dünya Savaşı öncesinde kendisi açısından sonuçları çok ağır olan Balkan Savaşları yenilgisinin altında ezilen Osmanlı İmparatorluğu, İtilâf ve İttifak Devletleri tarafından ‘hasta adam’ olarak tanımlanmaktadır. Bu iki bloktaki Avrupa Devletleri, o dönemde önemi artan petrol kaynakları nedeniyle göz diktikleri Osmanlı topraklarından en büyük payı kendilerinin alması yönünde hesaplar, plan ve politikalar oluşturmaya çalışmışlardır.

      Bir dünya savaşına doğru gidilen o dönemde; İtilâf ve İttifak blokları oluşurken Osmanlı Devleti, bir denge politikası takip etmekte ve ayakta kalabilmenin hesapları içindeydi. Himaye politikasını terk eden İngiltere’ye güvenememiştir. İngiltere ve Fransa ile İtilâf bloğunda yer alan, Boğazlar’a ve İstanbul’a göz dikmiş olan Rusya’nın, muhtemel bu savaştan galip çıkmasını arzulamamış, büyük endişe duymuştur. İtilâf bloğundaki devletler de, savaş gücünü çok kaybetmiş olan Osmanlı Devleti’nden fazla bir şey beklememişlerdir. Bunun yanında; topraklarını paylaşmayı düşündükleri Osmanlı’yı kendi yanlarına almamakla birlikte, İttifak bloğunda yer almasını da istememişlerdir. Osmanlı da, Çarlık Rusya ile aynı ittifakta yer almak isteğinde değildir.  Bu durum, 2 Ağustos 1914’te, Osmanlı Hükümeti’nin, İstanbul’daki Almanya elçisi ile Rusya’ya karşı bir savunma ittifakı imzalamasına yol açmıştır. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu da bu ittifaka katılacaktır. Savaşın başladığı günlerde Osmanlı Devleti seferberlik ilân etmiş, savaşan devletlere tarafsız kalacağını resmen bildirmiştir.

      Almanya ve Avusturya-Macaristan’a gelince; Almanya, Osmanlı’nın kapitülasyonları kaldırma kararına en başta kendisi karşı çıkmıştır. Özellikle Almanya, İtilâf Devletleri’nden pek farklı bir düşüncede değildir. Bazı Alman Komutanlar, Osmanlı Devleti ile ittifaka gitmenin hatalı olacağını, Osmanlı Devleti ve ordusunun Almanya için ağır bir yük oluşturacağını ifade etmişlerdir. Savaş sona erdikten sonra da; bu görüşlerini tekrarlamışlardır. Almanya; daha savaş başlamadan önceki yıllarda İngiltere’nin Orta Doğu’daki çıkarlarına karşı, Osmanlı Devleti ile siyasî ilişkilerini geliştirmeye, Osmanlı askerî ve sivil devlet adamları arasında kendi politikalarını destekleyecek şahsiyetler edinmeye çalışmıştır.

      11 Ağustos 1914’te, İngiliz gemileri tarafından takip edilen Goeben (Yavuz) ve Breslau (Midilli) adlarındaki iki Alman zırhlısının Çanakkale Boğazı’nı geçerek Türk sularına girmelerine izin verilmiş, Çanakkale Boğazı kapatılmıştır.

      Osmanlı İmparatorluğu’nun, bu iki Alman gemisini satın aldığını açıklaması ve kapitülasyonları kaldırdığı konusundaki, 7 Ekim 1914 tarihli hükümet tebliği, tarafsız kalacağı düşüncesi ve isteğindeki İtilâf Devletleri tarafından yeterli görülmüştür. Osmanlı Devleti ise; bu gelişmeler sırasında gerçekte tarafsız kalmakla kalmamak arasında bocalarken; seferberlikte askerî hazırlıklarını tamamlamak, İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nı bir taarruza karşı hazır hale getirmek çabasındadır. Ağır basan bir görüş olarak Almanya yanında savaşa girileceği düşüncesinin İtilâf Devletleri tarafından anlaşılmamasına dikkat edilmiştir.

      Osmanlı İmparatorluğu’nun, kendisi yanında savaşa katılması Almanya için önemli avantajlar sağlayacaktır. Osmanlı Devleti, Boğazlar’ı kapatacağı için Rusya buğdayını ihraç etmekte, savaş silahları, araç ve malzemelerini müttefiklerinden temin etmekte bir takım engellerle karşılaşacaktır. Ayrıca; Padişah-Halife’nin ‘kutsal cihad’ ilânının İngiltere ve Rusya sömürgelerinin Müslüman halkını harekete geçireceği, Mısır, Hindistan ve Kafkasya’da ayaklanmalar başlatacağı düşünülmüştür.

      Fransız ordusunu altı haftada savaş dışında bırakmayı planlamış olan Alman Genelkurmayı da; başlangıçta faydalı olmak yerine yük oluşturacağı gerekçesiyle, Osmanlı Devleti’nin savaşa katılmasından yana görünmemiştir. Ancak; kuvvetlerinin Marn’da uğradığı başarısızlık ve Avusturya-Macaristan’ın, Galiçya’ya düzenlediği taarruzun kötü sonuçlanması üzerine, Rusya’nın Kafkasya’ya kuvvet göndermesini sağlamak, İngiltere’yi de Mısır’ı savunmak zorunda bırakmak için, Osmanlı Devleti’ni savaşa katmak yönünde girişim başlatılmıştır. 14 Eylül 1914’ten itibaren Almanya’nın İstanbul Büyükelçisi, Osmanlı İmparatorluğu’nu savaşın içine çekme faaliyetlerini arttırmıştır.

      Osmanlı hükümeti ve devlet adamları ise; İttifak devletleri kuvvetlerinin cephelerde beklenen başarıyı gösterememesi nedeniyle, savaşa katılıp katılmamak konusunda tereddüt içindedir. Osmanlı Hükümeti; Almanya’nın, savaşa katılması isteğine, içinde bulunduğu malî güçlükleri ileri sürerek olumsuz cevaplar vermiştir. Sadrazam Sait Halim Paşa bu konuda halen kararsızdır. Almanya, 11 Ekim 1914’te, gerektiği ölçüde yardım yapılacağı sözünü verirken; Osmanlı donanmasının Karadeniz’e açılmasını ve Rus limanlarına harekât düzenlemesini istemiştir.

      Bu savaşa hazırlıksız giren Osmanlı Devleti, ekonomik ve askerî bakımdan oldukça kötü bir durumdadır. Asker ve sivil yetkililer arasında, savaşa katılıp katılmamak konusunda değişik görüşler bulunmaktadır. Savaşın başlayacağı düşüncesiyle önlem olarak seferberlik ilân edilmesine karşılık; bir kısmı tarafsız kalmaktan yana iken bir kısmı Almanya, bazıları İngiltere taraflısıdır. Sonuç olarak; Osmanlı Devleti ve hükümeti içinde Alman sempatizanı ve etkili olan devlet adamları, Osmanlı’yı Almanya’nın tarafında savaşa sokmuşlardır.

      Osmanlı Ordusu ve Alman Subayların Verdiği Eğitim

      Balkan Savaşı yenilgisi sonrasında, Mahmut Şevket Paşa’nın Sadareti döneminde Osmanlı ordusu için geniş bir ıslahat planı hazırlanmıştır. M. Şevket Paşa suikaste uğrayınca Ahmet İzzet Paşa bu girişimi ele almıştır. Orduda tasfiye, düzenleme ve gençleştirmeyi amaçlayan bu hareketin asıl önemli safhası, 27 Ekim 1913’te henüz Enver Paşa Harbiye Nazırı olmadan önce imzalanan sözleşme gereği, Enver Paşa nazır olduktan sonra 14 Aralık 1914’te Alman General Liman von Sanders ve 200 kadar askeri uzman ve subaydan oluşan Alman Askeri Islah Heyeti’nin gelmesi ile başlamıştır. Batı Avrupa ve Rusya devletleri bu heyetin gelmesine sert tepkiler vermişlerdir.

      Osmanlı İmparatorluğu, tepkileri önlemek ve denge sağlamak için, Limpus Paşa adında bir İngiliz amirali donanmanın, Baumann Paşa adında bir Fransız’ı da jandarmanın ıslahı için kullanmıştır. Daha önce örnek bir oluşturmak gibi aktif bir göreve getirilen Liman Paşa, tepkiler üzerine Alman Askeri Islahat Heyeti görevine getirilmiştir.

      Mustafa Kemal, ordunun ıslah ve gençleştirilmesini istemekle birlikte, bütün yetkilerin Alman heyetinde toplanmasını ve Harbiye Nazırının bu heyetin etkisi altına girmesine karşı çıkmıştır.

      Belirtilmesi gereken başka bir konu da, Enver Paşa’nın bütün askeri ve siyasi hayatında tartışmayacak tek hizmetinin bu ordunun ıslahı, gençleştirilmesi ve orduda gerçek anlamda disiplinin yerleştirilmesi ve bunun sonuçlarının Birinci Dünya Savaşı’nda görülmesi olmuştur.

      Mustafa Kemal ve Enver Paşa’nın Birinci Dünya Savaşı’na Katılmak-Katılmamak Konusundaki Görüşleri ve Rolleri

      Mustafa Kemal, Sofya Ataşemiliteri iken; Enver Paşa, İstanbul’da bir ayda iki rütbe atlayarak, Paşa olmuştur. Osmanlı Harbiye Nazırı yapılmıştır. Savaşa katılmak isteyenlerin önünde gelen Enver Paşa, kendisini devlet sanan bir zihniyete sahiptir. Hemen Almanya’nın yanında yer alınmasını; bazı en yakın arkadaşları ise, bir süre daha beklemeyi uygun bulmakta idiler. Enver Paşa savaşa girmek istemeyenlere masanın üzerine koyduğu tabancasını gösterir.

      Mustafa Kemal ise; devleti milletin yaratacağını düşünür. Tabanca ile değil, ikna yoluyla ve yalnız değil, milletle birlikte hedefe varılacağını bilen biridir. 29 Ekim 1914’te, Karadeniz’de Rus donanmasının taarruzuna uğrayan Osmanlı filosunun düşmana karşılık verdiğini öğrenince: “Enver’den ancak bu beklenirdi. Türkiye bu savaştan sağ çıkamaz”, demiştir. Mustafa Kemal, hem Almanya ile ittifaka hem de savaşa girilmesine karşı çıkmıştır.

      Birinci Dünya Savaşı Cepheleri ve Osmanlı Devleti’nin Bu Cephelerdeki Durumu

      Galiçya Cephesi

      Almanya ile Osmanlı Devleti arasında 2 Ağustos 1914 anlaşması ve Sait Halim Paşa ile Wangenheim arasındaki 11 Ocak 1915 tarihli anlaşmada böyle bir hüküm olmadığı halde, Enver Paşa, Almanlar’a, Avrupa Cephesi’ne kuvvet sevk etmeyi önermiştir.. Falkeynhan, Türk birliklerinin dinlenmesi gerekçesiyle bu öneriye karşı çıkmıştır. Liman von Sanders de; Türk kuvvetlerinin kendi topraklarını savunmasının İttifak Devletleri’nin kesin sonuç planına uygun olduğu düşüncesindedir.

      İtilâf Devletleri kuvvetlerinin ilerlemesini önlemek üzere Makedonya Cephesi kurulmuştur. Bu cephedeki bazı birliklerini Fransa tarafına sevk eden Almanya, bunların yerine Osmanlı Devleti’nden Türk birlikleri göndermesini istemiştir. Bu isteği yerine getiren Enver Paşa, 30 Ağustos 1916 tarihli emriyle, 2. Ordu emrine katılmak üzere hazırlanan 50. Tümene Makedonya Cephesi’ne katılması emrini vermiştir. 50. Tümen, 1916 yılı Eylül ayı sonlarında Strumca’da bulunan Bulgar 2. Ordusunun emrine girmiştir. Aralık 1916 sonlarında 46. Tümen de bu kuvvetlere katılmıştır. Bu iki Türk Tümeni Abdülkerim Paşa Komutası’nda 20. Türk kolordusunu oluşturmuşlardır. Beleow ordular grubundan Beles Müfrezesine katılan 177. Türk Piyade Alayı ile birlikte, bu Türk kuvvetleri 5. Ordu birlikleri arasında yer almışlardır.

      Avrupa Cephesi’ne Türk askeri göndermek kararından vazgeçmeyen Enver Paşa, Çanakkale Savaşları’nda yeniden kurulan 15. Kolordu’nun düzenlenmesini emretmiş, yeniden düzenlenen V. Ordu, 15. Kolorduya 19. ve 20. Tümenleri ilâve etmiştir.

       

      Prof. Dr. Kemal ÇELİK, Başkent Üniversitesi Atatürk Uygulama ve Araştırma Merkezi Öğretim Üyesi